31 Ağustos 2007 Cuma

Özgür İnsanlar Ne Zaman Akşam Yemeği Yer?

Özgürlük, beraber yaşama ve demokrasi. Bunları hep birbirinden kopmaz şeyler olarak görüyorum. Bir ütopya tasarlama çalışmamda fark ettim ki en çok bu üç kavramı kullanıyorum.

Neden özgürlük? Çünkü, var olanı anlama, alternatifler sunma ve sonunda ideal olanın (ütopya) inşası çalışması sırasında ilk şarttır özgürlüğü anlamak. Kişilerin özgürlüğünü anlamadan var olanın neden bu şekilde varlığını sürdürebildiğini anlayamayız. Eğer bir ‘sistem’den söz edeceksek -ki tanımlamaya ve özelliklerini belirlemeye çalıştığımız her an sistem değişecek ve tam bir tasvirini yapmamızı olanaksız kılacaktır, ancak yine de anlık olarak kişilerin yaşam şekillerini sürdürdükleri bir şekil, bir kültür vardır ve bu kültür tüm topluma yayılmış olmakla ve sadece yatay değil dikey yapıları da barındırmakla sistem olarak adlandırılabilir- kişilerin neden bu sistem içinde olmayı kabullendiklerini ve rollerini oynadıklarını da anlamalıyız. Kişinin özgürlüklerini yine kişiye bağlayan döngüsel ve dolayısıyla saçma yöntemlerden uzak durarak, kişinin neden oldukları kişi olduklarını sorgulayarak bunu yapmalıyız.

Neden beraber yaşama? Her türlü tahakkümün reddedilmesinin zorunlu sonucu olan hiyerarşi barındırmayan bir ‘sistem’i ütopya olarak alırsak eğer, incelememiz gereken sıradaki olgu beraber yaşama olacaktır. Kişilerin baskıcı ve zorlayıcı yönetim demek olan devletin dışına çıkarılıp özgür oldukları bir ortama taşınmalarından sonra doğanın çetin şartlarıyla baş başa kalırız. Manderlay’de olan da bunun küçük çapta tezahürüdür. Yapacakları şeyler kendilerine bir ‘mam’ tarafından harfiyen söylenen köleler ile yapacakları şeyler kendilerine devlet ve bir devlet organı gibi çalışan aile tarafından kısmen söylenen vatandaşlar arasında bu açıdan bir fark yoktur. Başlarından ‘mam’leri alınmış kölelerin düştüğü durum, yaşamak için gereken şeyleri belirleyip düzenleme işinin bir anda üstlerine kalmasıdır büyük bir yaklaşıklıkla. Benim yapmak istediğim şeyse vatandaşların başlarından devleti almak olduğundan, bu sorunla, yani yaşama şekli sorunuyla yüzleşmemem mümkün olmazdı. İşte Manderlay, bu sorunumu -bence sanatın yüzlerinin önemlilerinden biri olan- yalınlaştırma ile gözlerimin önüne serdi ve göremediklerimi bana gösterdi. Bu yüzden büyük bir filmdir benim için. Manderlay övgüsünü bir kenara bırakırsak, beraber yaşama, insan tek başına yaşayamayacağından tartışmamıza dahildir, çünkü doğa şartları çetindir ve insanın ortak yaşama ihtiyacı vardır.

Neden demokrasi? Bir kez insanların beraber yaşamak zorunda olduklarını kabul ettik mi önümüze belki de işlerin en çetini çıkar: Toplumun niteliklerini belirlemek. Beraber yaşamak doğal olarak bir topluluğu meydana getirir. Ama toplum bundan farklı bir şeydir. Toplumu doğal olan ve varlığı beraber yaşamadan zorunlu olarak çıkan bir nesne olarak düşünürsek büyük yanılgı içine düşmüş oluruz. Çünkü toplum, bir denge noktasını ifade eder. Toplumu kabul ettiğimizde bireylerin ihtiyaçlarının büyük oranda karşılandığı, kısmen dengeli bir ilişkiler yumağı tasvir edebileceğimizi kabul etmiş oluruz. Bu aşamada en büyük zorluğu bireylerin ihtiyaçlarının karşılanması çıkarır. Eğer bir toplum tasvir etmek istiyorsak bu zorluğu teorik planda aşmamız gerekir. Kişinin herkes için çalışması, herkesin kişi için çalışması için zorunlu olduğundan, kişinin diğerleriyle ilişkisi tam bir özgürlük temelinde olamaz. Kişi, özgürlüğünden tavizler verip toplum olmanın gereklerini yapmak zorunda kalır. ‘Toplum’ ‘kişi’ler üzerinde bağlayıcı kararlar almak zorunda kalabilir. Örneğin Manderlay’de olduğu gibi, bir kum fırtınası, toplumun ektiği tohumların çoğunluğunu telef edebilir. Bu noktada kişilerin hayatta kalmak için özgürlüklerinden taviz vermeye hazır oldukları aşikardır. Bu noktada, günümüzde olduğu gibi bir devlet tahakkümü yok, aksine kişilerin hayatlarının nesnel olarak tehlikede olması ve kişilerin de bunun farkında olması vardır. Yapılacak şey açıktır, ne yapılacağına karar verilmelidir. Her türlü tahakkümü reddetmeyi temele aldığımdan, seçilmiş veya başka türlü başa gelmiş bir lideri kabul edemiyor ve demokrasiyi, yani kararın oylanmasını düşünmek zorunda kalıyorum. Demokrasinin bende oluşturduğu olumsuz çağrışımları, -günümüzdeki demokrasiyi temelde bir ikiyüzlülük olarak algılamamla ilgili olabilir- bir tarafa bırakmak ve onu da tartışmaya katmak zorunda kalıyorum. Von Trier ise demokrasiye de çok güvenmemek gerektiğini filmin devamında kafamıza vururcasına anlatıyor.

Türkiye’deki mevcut durumu anlamak, bu yalınlaştırılmış ortamdan daha zor mutlaka. Cumhuriyetin ilanından başlarsak düşünmeye -bir yerden başlamak lazım- Manderlay’den çok farklı olmayan bir yapı görüyoruz. Başlarından ‘mam’ değil de padişah alınmış bir halk ile başlıyor film. Başlarından padişahı alan kişi Mustafa Kemal, işin sadece bundan ibaret olmadığını görüyor ve halkın özgür olmasının yolunun özgür halkın oluşturulmasından geçtiğini anlıyor. Oluşturma çalışmalarınıysa az çok biliyoruz hepimiz. Peki, bu halk hala neden olmamış? Bugüne geldiğimizde durumu olmamış bir halk ve hala oldurmaya çalışan Mustafa Kemal ardılları gibi algılarsak bence gerçekliğin betimleyememiş oluruz.

Temel sorun, beraber yaşama aşamasında karşımıza çıkıyor kanımca. Doğanın çetin şartlarıyla -ki cumhuriyet Türkiye’sinde başka çetin şartlar da var- nasıl baş edileceği sorunu demokrasiyle çözülmeye çalışılmış. Ancak demokrasiye uygun bireyler ortada olmadığından bilgili, akıllı insanlar her derde derman oluyorlarmış. Bu akıllı insanlar, zamanla yönetimi halka bırakacaklardı, ama olmadı. Bence bunun iki temel sebebi var:

Birincisi, devrim fazlasıyla ideoloji yüklüydü. İnsanları özgürleştirmek adına ortaya çıkmıştı, ama arkasında dışına çıkılamayacak altı ilke ve onlarca özdeyiş bırakarak, özgürleştirme adına pek bir şey yapmamış oldu. Burada iki ihtimal var: Belki Mustafa Kemal ve devrim kadroları, dünyanın çetin şartları içinde gerçekten çok katı ve disiplinli olunmadığı müddetçe hayatta kalınamayacağını düşünüyordu. Gerçekten de bu ideolojinin ‘milletin bekası’ için zorunlu olduğuna inanıyor olabilirlerdi. Zaten bu inancın yansımalarını günümüz Kemalistlerinde fazlasıyla görüyoruz. İkinci ihtimalse, Mustafa Kemal, aslında demokrasiyi temele almıştı, devrime sonradan ideoloji yüklendi. Bence iki ihtimal de kısmen doğru. Yani, devrim hem fazla ideolojik, hem de daha da ideolojikleştirilmiş. Kemalist kadrolar, kendi hegemonyalarını sürdürebilmek için -ki demokrasi buna izin vermez- devrimin demokratik içeriğini azaltıp milliyetçi, laik, pozitivist içeriğini artırdılar. Bu değerler ‘milletin bekası’ için elzem olduğundan ve aynı zamanda en iyi Kemalistler tarafından savunulduklarından, iktidarları doğal olarak güçlenmiş oldu. Ayrıca, kadroların iktidarı bırakmak istemeyişi, temel amaç olan, halkın ‘oluşturulması’nın da önüne geçmiş oldu. Bilim ve aydınlanma halka yayılacağına, oligarşinin bırakmak istemediği, sürekli olarak koruyup kolladığı, halktan kopuk değerler olarak kaldı. (Kemalistler, bilimi sürekli koruduklarından geliştirmeye fırsat bulamadılar, onu halkla bile paylaşmaya korktukları için kimse geliştiremedi.) Kendilerini ideolojiyle tanımlayan iktidar kadroları, özgürleşmenin ideoloji dışı düşünmek olduğunu bildiklerinden, özgürleştirme işini askıya alıp geçici olması gereken yönetimlerini sonsuza dek uzattılar. Böylece, özgürleştirici olması gereken devrim, yeni bir tahakküm alanı açmış, özgürleşmeye de zerre katkı sağlamamış oldu. Bu yeni tahakküm alanı, akıllıların akılsızları idaresiydi.

İkinci temel sebepse bence mevcut durumla kendiliğinden oluştu. Bu da bir nevi Stockholm sendromu şeklinde yorumlayabileceğimiz halkın özgürleşmek istemeyişi olabilir. Manderlay’de, köleler, kendilerini özgürleştirmek isteyen Grace’i bırakmamış ve başlarına lider ve efendi olmasını istemişlerdi. Benzer durum Türkiye’de de geçerli oldu. Bir türlü aydınlanamayan halk, kendinden de umudu kesti ve akıllıların tahakkümüne razı oldu. Yoksa devrim kadrolarının 84 yıl başlarında kalması nasıl mümkün olabilirdi? Buradaki diyalektik ilişkiyi görmeyip, olayı sadece halkın demokrasiye hazır olmayışı veya sadece devrim kadrolarının iktidarı bırakmayışı olarak yorumlamak yanlış olur. Karşılıklı etkileşim içinde, ne halk tamamen özgürleşmiş, ne de Kemalistler halkın önünü açmış. Zaman içinde özelde CHP kadrolarının yozluğu ve çözüm üretmeyişi karşısında karşıtları üretilse de (DP, AP, DYP, AKP), hala ‘Atatürk’ün partisi’ne oy veren milyonlar ve Kemalistlerin bu kadar güçlü olması, teorimizi destekler nitelikte diye düşünüyorum. Bu çözümsüzlüğün içinde, hala umut varsa, kısa vadede yapılabilecek şey ise Kemalizm’in bu topraklardan sistemli tasfiyesinden başka bir şey değildir. (Bu son cümle gereksizdi denilebilir, ama vatan haini olmanın tadı bambaşka.)

“Wilhelm: I'm afraid of what will happen now. I feel we ain't ready - for a completely new way of life. At Manderlay we slaves took supper at seven. When do people take supper when they're free? We don't know these things.

Grace: Free people take supper whenever they want to.”

Acaba öyle mi gerçekten?

30 Ağustos 2007 Perşembe

Özgürlük ve Kölelik

Uzun gecenin bir yerinde özgürlüğün felsefesi adlı animasyonu (http://www.isil.org/resources/introduction.swf) izlemiştim. Liberal düşüncenin insan tasvirini ve özgürlükten ne anladığını gözler önüne seren bir animasyondu. Özgürlüğü tanımlamaya ‘sahip olmak’tan başlıyor. Kişi önce kendi canlılığına sahipmiş. Kendi canımız üzerinde tasarruf hakkı sadece bizdeymiş. Bunun olmamasına cinayet denirmiş. Sonra da eylemlerimize sahip olurmuşuz. Ne zaman ne yapacağımızı belirleme hakkı sadece bizdeymiş. Bunun olmadığı yer ise kölelikmiş. Son olarak da eşyalarımıza sahipmişiz. Bunun ihlali de hırsızlıkmış. Evet, ne güzel geliyor kulağa. Canımız, eylemlerimiz ve mallarımız var. Kimse karışmıyor bunlara. Her şeye biz kendimiz karar veriyoruz. Harika!

Peki biz kimiz? Tabi ki bunu sormaya bile yanaşmıyor kimse. Bizi ‘biz’ yapan şey nedir? Bunu animasyonu yapan elemana sorsak herhalde “Kim olduğuna da sen karar verebilirsin.” gibi abuk bir şey söylerdi. “Ne yapacağıma ben karar veririm”den ötesi olmayan, insanlara ‘ben’i sorgulatmayan bir düşüncedir bu animasyonun temsil ettiği. Bana göreyse özgürlük ‘ben’i sorgulamakla başlar. Bunu yapmadığımız sürece, bize sunulan gerçekliği doğrudan kabul etmiş ve rolümüzü makine gibi oynamış oluruz. Hatta, özgürlüğün ‘sahip olmak’tan ibaret olduğu dogması, insanların şeylere sahip robotlar olması durumunu destekler. Çünkü, onlara bir özgürlük tanımı sunarak ötesini arama ihtimallerini de azaltır. Özgürlüğü bu sanan kişi için gerçekliğin sorgulanması mümkün değildir ki. O, “Ben istediğimi yaparım.”, “Mesleğimi, yaşam tarzımı ben seçtim.”, “İstemesem yapmazdım.” ve benzerlerinden binlercesini hayal edebileceğimiz cümlelerle özgür olduğuna kendini inandırmıştır. Bilimkurgu yazarı Ursula LeGuin, özgürleşmenin gerçekliğinin sorgulanması yapılmadan mümkün olmadığını söyler. Bilimkurgunun da gerçekliğin sorgulanmasını sağlayan önemli bir araç olduğunu vurgular. Bunun için de hayal gücü ve yaratıcı kavrayış gerekir. Hayal gücüyle sorgulanan gerçeklik, düşünülen alternatifler, işte o zaman ‘seçim’ devreye girer. Peki, bizim o güzel ‘sahip olma’ üçlemesinde hayal gücü nerede? Burada yüzde52’nin bir sloganını burada belirtmeden geçemeyeceğim: “Hayal gücü eyleme!”

Genelde bu ve benzeri düşünceler içinde olduğum sırada saat üçü vurdu Manderlay’i izlemeye başladım. Bugüne dek bir filmini izlediğim Lars von Trier’in normal bir insan olmadığını biliyordum ama şimdiye dek izlediğim filmler içinde en çok etkilendiğim filmin bir von Trier filmi olacağını da tahmin etmiyordum. Filmde ABD’de bir çiftlikteki kölelerin ‘özgürleşmesi’ anlatılıyor. Amerika’nın liberal ideallerini benimsemiş zengin ve güçlü bir kadın (Grace), köleliğin kalkmasının üzerinden 70 yıl geçmiş olmasına rağmen hala köle olan Manderlay çiftliği zencilerini kurtarır. Onlara “özgürsünüz” der ve görevini yapmış olmanın gururunu yaşar. Eski sahiplerinin zencilerle sözleşme imzalayıp bu sefer köle değil de ‘işçi’ olarak onları kullanmak istemesi ve sözleşme şartlarının kölelikten farksız olması nedeniyle görevini bitirememiş olduğunu anlar. Özgürleşme ve özgürleştirmenin bu kadar basit olmadığını da. Bir plan yapar ve bir grup gangsterle beraber çiftlikte bir süre kalmaya karar verir. Bu süre içinde yarı zorla da olsa zencilere özgür olmayı ve gerçek bir ABD vatandaşı olmayı öğretecektir. Devamında özgürlüğü, kişiliği, beraber yaşamayı, toplumu, kısaca insanla ilgili birçok şeyi baştan inşa ediyor von Trier. Bundan sonrası hem spoiler’a gireceği hem de saatin altı buçuk olması nedeniyle film hakkında yorumumu burada kesiyorum. Ama devam edeceğim kesinlikle.

29 Ağustos 2007 Çarşamba

Konfomizm nedir?

Konformizm Türkçe’ye uymacılık olarak çevrilebilir. Kişinin kendi inanç ve isteklerini var olan iktidara ve toplumsal normlara uymak için askıya alması, kendini ortama uydurması olarak tanımlanabilir.

İlk duyduğunuzda konformizm rahatına düşkünlüğü çağrıştırsa da, ‘konfor’dan sonra gelen ‘m’ size kelimenin o anlama gelmiyor olabileceğini anlatır. Aradan geçen yıllar boyunca, içinizdeki “acaba?” tereddüdü hiç gitmez, ama siz yine de onu kullanmaya devam edersiniz. Bir gün sözlüğe bakıp tanımla karşılaşınca şaşırmayla karışık bir öfke kaplar bünyenizi. Hayır, burada bir yanlışlık vardır. Bu kelime rahatına düşkünlük anlamına gelmelidir. İşte orada felsefeyi inşa etmeye başlarsınız.

Konformizm felsefesi, rahatına düşkünlük felsefesidir. Rahatına düşkünlüğün tüm gerekleri övülmeli, toplumsal alanda kabul görmelidir. Peki, neden bu anlama gelmeyen konformizm, bu akımın adı olarak seçilmiştir? İşte burada mükemmel bir tutarlılık vardır. Rahatına düşkün kişi, sözcüklerin ilk duyulduklarında çağrıştırdığı anlama gelmesini savunur. Çünkü, rahatına düşkün adam, sözlüğe bakmaz. Kelimeyi zannettiği gibi hunharca kullanır. Bu noktada, konformizmin anlamının rahatına düşkünlük olması, rahatına düşkün adamın isteklerinden biri olduğundan, o anlamda kullanılması, rahatına düşkün için bir ilerlemedir. Zaten, dünyanın %95’i, kelimeyi bu anlamda zannetmektedir. E o zaman “uymacılık” anlamına ne gerek vardır? Böylece, konformizm adı felsefeye tamamen uymakta, aynı zamanda tüm felsefeyi tek sözcükte anlatmaktadır. Ben, bu tarihe kadar felsefeyle isminin bu kadar uyduğu başka bir durumla karşılaşmadım.

Konformizmin sözcük anlamının “rahatına düşkünlük” şeklinde değiştirilmesi, konformistlerin birincil amacıdır. Çünkü, böylece rahatına düşkünlük, toplumsal meşruiyet kazanacak, haklı taleplerimizi dile getirmemiz kolaylaşacaktır. Bizim için kinizm, kindarlık, şovenizm de gösterişçiliktir, öyle olmalıdır. Bu tip simgesel hedeflerimize ulaştığımızdaysa asıl taleplerimiz başlayacaktır. Tabi, bunları yaptıktan sonra “aman hacı boşver” deme ihtimalimiz de vardır. İşte konformist akımın temel handikapı budur. Bu handikapı nasıl aşacağımız için henüz düşünmedim, üşeniyorum.