30 Ağustos 2007 Perşembe

Özgürlük ve Kölelik

Uzun gecenin bir yerinde özgürlüğün felsefesi adlı animasyonu (http://www.isil.org/resources/introduction.swf) izlemiştim. Liberal düşüncenin insan tasvirini ve özgürlükten ne anladığını gözler önüne seren bir animasyondu. Özgürlüğü tanımlamaya ‘sahip olmak’tan başlıyor. Kişi önce kendi canlılığına sahipmiş. Kendi canımız üzerinde tasarruf hakkı sadece bizdeymiş. Bunun olmamasına cinayet denirmiş. Sonra da eylemlerimize sahip olurmuşuz. Ne zaman ne yapacağımızı belirleme hakkı sadece bizdeymiş. Bunun olmadığı yer ise kölelikmiş. Son olarak da eşyalarımıza sahipmişiz. Bunun ihlali de hırsızlıkmış. Evet, ne güzel geliyor kulağa. Canımız, eylemlerimiz ve mallarımız var. Kimse karışmıyor bunlara. Her şeye biz kendimiz karar veriyoruz. Harika!

Peki biz kimiz? Tabi ki bunu sormaya bile yanaşmıyor kimse. Bizi ‘biz’ yapan şey nedir? Bunu animasyonu yapan elemana sorsak herhalde “Kim olduğuna da sen karar verebilirsin.” gibi abuk bir şey söylerdi. “Ne yapacağıma ben karar veririm”den ötesi olmayan, insanlara ‘ben’i sorgulatmayan bir düşüncedir bu animasyonun temsil ettiği. Bana göreyse özgürlük ‘ben’i sorgulamakla başlar. Bunu yapmadığımız sürece, bize sunulan gerçekliği doğrudan kabul etmiş ve rolümüzü makine gibi oynamış oluruz. Hatta, özgürlüğün ‘sahip olmak’tan ibaret olduğu dogması, insanların şeylere sahip robotlar olması durumunu destekler. Çünkü, onlara bir özgürlük tanımı sunarak ötesini arama ihtimallerini de azaltır. Özgürlüğü bu sanan kişi için gerçekliğin sorgulanması mümkün değildir ki. O, “Ben istediğimi yaparım.”, “Mesleğimi, yaşam tarzımı ben seçtim.”, “İstemesem yapmazdım.” ve benzerlerinden binlercesini hayal edebileceğimiz cümlelerle özgür olduğuna kendini inandırmıştır. Bilimkurgu yazarı Ursula LeGuin, özgürleşmenin gerçekliğinin sorgulanması yapılmadan mümkün olmadığını söyler. Bilimkurgunun da gerçekliğin sorgulanmasını sağlayan önemli bir araç olduğunu vurgular. Bunun için de hayal gücü ve yaratıcı kavrayış gerekir. Hayal gücüyle sorgulanan gerçeklik, düşünülen alternatifler, işte o zaman ‘seçim’ devreye girer. Peki, bizim o güzel ‘sahip olma’ üçlemesinde hayal gücü nerede? Burada yüzde52’nin bir sloganını burada belirtmeden geçemeyeceğim: “Hayal gücü eyleme!”

Genelde bu ve benzeri düşünceler içinde olduğum sırada saat üçü vurdu Manderlay’i izlemeye başladım. Bugüne dek bir filmini izlediğim Lars von Trier’in normal bir insan olmadığını biliyordum ama şimdiye dek izlediğim filmler içinde en çok etkilendiğim filmin bir von Trier filmi olacağını da tahmin etmiyordum. Filmde ABD’de bir çiftlikteki kölelerin ‘özgürleşmesi’ anlatılıyor. Amerika’nın liberal ideallerini benimsemiş zengin ve güçlü bir kadın (Grace), köleliğin kalkmasının üzerinden 70 yıl geçmiş olmasına rağmen hala köle olan Manderlay çiftliği zencilerini kurtarır. Onlara “özgürsünüz” der ve görevini yapmış olmanın gururunu yaşar. Eski sahiplerinin zencilerle sözleşme imzalayıp bu sefer köle değil de ‘işçi’ olarak onları kullanmak istemesi ve sözleşme şartlarının kölelikten farksız olması nedeniyle görevini bitirememiş olduğunu anlar. Özgürleşme ve özgürleştirmenin bu kadar basit olmadığını da. Bir plan yapar ve bir grup gangsterle beraber çiftlikte bir süre kalmaya karar verir. Bu süre içinde yarı zorla da olsa zencilere özgür olmayı ve gerçek bir ABD vatandaşı olmayı öğretecektir. Devamında özgürlüğü, kişiliği, beraber yaşamayı, toplumu, kısaca insanla ilgili birçok şeyi baştan inşa ediyor von Trier. Bundan sonrası hem spoiler’a gireceği hem de saatin altı buçuk olması nedeniyle film hakkında yorumumu burada kesiyorum. Ama devam edeceğim kesinlikle.

Hiç yorum yok: