[Sabahattin Ali öyküsüdür.]
Gece, hafif yağmur çiseliyordu.
Asfalt yolda yürürken yeni rugan iskarpinleri nemli nemli
parlıyor ve siyah, çizgili pantolonu bunların üzerine tatlı bir
akışla dökülüyordu. Paltosunun geniş yakasını kaldırmış, kalın
eldivenli ellerini arkasına bağlamıştı.
Dalgın dalgın yürüyor ve boş gözlerle ayaklarına, ıslak asfalttan
biraz yukarıya doğru kalkıp sonra kolayca ileri uzanan
ve yine ıslak asfalta dokunan iskarpinlerine bakıyordu. -Hayat
bu rugan iskarpinlere ne kadar benziyor!- dedi, -Tıpkı bunlar
gibi biz de günler geçtikçe aşınmaya, bir tarafa kaykılmaya, çirkinleşmeye
ve nihayet işe yaramamaya başlayacağız...-
Sonra bu düşünceleri istediği kadar ince ve zekice bulmadığı
için dudaklarını büktü. Biraz evvel bir arkadaşının evinde
oynadığı pokeri aklına getirdi. Otuz lira kazanmıştı.
-Yanıma o karı oturmasaydı daha çok kazanabilirdim!- diye
söylendi, -Kadın hem kocasının parasına güvenerek cesur
oynuyor, hem de eğilip kağıtlarıma bakıyordu.-
Ağır, fakat tatlı bir pudra, esans ve saç kokusu burnuna gelir
gibi oldu, yutkundu.
Hayat ne güzel fakat ne can sıkıcı şeydi!.. Gündüz daire...
Hafif bir iş, bol para... Akşamüzerleri güzel bir yemek, bazan
sinema... Çay... Poker... Sonra uyku... Bunların hepsi güzeldi, fakat
bütün günü dolduran bu eğlendirici işlerin içinde insan bir
boşluk hissi duymaktan kurtulamıyordu. Bir şey eksik gibiydi,
bütün ömrünce işlemeyen bir yeri varmış gibiydi.
Şimdi evine dönerken gene bu boşluğun farkına vardı. Gününü
güzel geçirdiğini, hatta otuz lira da kazandığını düşünüyor
ve içinde gene doyurulmamış bir yer kalmasına şaşıyordu.
-Belki bu hayat, sık sık uykusuzluk sinirleri bozuyor!- dedi.
Evinin önüne gelmişti. Aralık duran bahçe kapısını ayağıyla
itti. İki tarafı çiçekli çakıl yolda yürümeye başladı. Geceleri
eve hep arka taraftaki küçük kapıdan girerdi. Salona ve ön kapıya
yakın bir yerde yatan hizmetçiyi uyandırmak istemediği
ve yatak odası bu kapıya daha yakın olduğu için farkına varmadan
kendini buna alıştırmıştı.
Başı yukarıda yürüyordu. Kapıya yaklaşınca elini cebine
götürüp anahtarı çıkardı ve ileriye baktı.
Şiddetle ürkerek olduğu yerde kaldı: Bir karaltı kapının hafif
girintisine büzülmüş, kımıldamadan duruyordu.
Elini cebine götürdü. Tabancasını almamıştı. Karaltı birdenbire
kımıldadı.
Genç adam bağırmak ve kaçmak ister gibi bir tavır aldı, fakat
karaltı parmağını ağzına götürerek yavaşça -Suss!- dedi.
Bunu o kadar tabii, o kadar emirden uzak, fakat hakim bir
sesle söyledi ki, öteki, elinde olmayarak durdu ve merakla o tarafa
baktı.
Karaltı yaklaştı:
-Şurada biraz uyumuş kalmışım. Bir fenalık için geldim
sanmayınız... Yatacak yerim yok!- dedi.
O zaman ev sahibi yabancıyı dikkatle süzdü ve hayret etti:
Bu, ne bir dilenciye, ne de bir serseriye benziyordu. Kılığı oldukça
düzgün, boyunbağlı, adeta efendi soyundan bir şeydi.
Lakayt görünmeye çalışarak yabancının yanından geçti ve
elindeki anahtarı kapıya soktu.
Sonra birdenbire korkarak durdu. Bu herife pek çabuk
inandığını düşündü ve bir an, kafasına bir şey inmesini bekledi.
Öteki, ayaklarını sürükleyerek birkaç adım gitmiş, sonra
durup yüzünü tekrar genç adama dönmüştü:
-Bu gece bahçenin bir köşesinde yatmama müsaade etmeyecek misiniz?-
Bunu söyleyerek ufak bir leylak ağacının altına doğru bir
adım attı.
Evin sahibi geriye dönerek yabancıya baktı. Yüzünü dallar
ve yapraklar gölgelediği için pek göremiyordu. Yalnız sesi o kadar
emniyet verici idi ki, bütün korkularını ve tereddütlerini silip
götürüyordu.
Kafasında bir ışık parlayıp söner gibi oldu. Bu sesin emniyet
vericiliğinin bir tanışıklıktan geldiğini zannetti. Şimdi bu
sesin dimağındaki akisleri ona bir ahbabın sesi gibi geliyordu.
Birkaç adım daha ilerledi. Yağmur durmuş, bulutlar birbirlerini
kovalamaya başlamıştı. Gece yarısından sonra çıkan yarım
bir ay dallarin arasından geçerek yabancının yüzünü yer
yer aydınlatıyordu.
-Müsaade etmiyorsanız gideyim!- dedi ve etrafına bakındı.
Fakat genç adam onun ne söylediğini anlamadı. Dalların
arasından geçen ışık yabancının ağzını ve çenesini aydınlatmıştı.
Bu dişleri, söz söylerken iki kenarı aşağı doğru çekilen bu
dudakları tanır gibi oldu.
Eğilip karşısındakinin yüzüne bakmak istedi, o geri çekildi.
O zaman sordu:
-Siz şey değil misiniz?..-
Öteki, elini ağzına götürdü:
-Sus... Oyum!.. Ben seni görür görmez tanıdım. Fakat beni
hatırlayacağını sanmamıştım...-
Ev sahibi karşısındakini bileğinden tuttu, kendine doğru,
ay ışığının altına çekti.
-Pek az değişmişsin- dedi... Sonra ilave etti: -Hayır... Çok
değişmişsin... Gerçi yüzünün hatları değişmemiş gibi ve ağzın,
burnun hep aynı... Hele ağzın... Fakat nasıl söyleyeyim, ihtiyarlamış
gibisin; ama bu ihtiyarlık da değil, benden daha genç duruyorsun...
Hulasa bir başka türlü olmuşsun. Yüzünün dışı değil,
içi değişmiş gibi. Aman canım... Anlatamadım işte...-
Öteki hafif bir gülüşle dinliyordu. Sadece:
-Sen de biraz değişmişsin!..- dedi.
Kapıya yaklaşmışlardı; ev sahibi yanındakine döndü:
-Dışarısı serin değil mi? İçeri girelim!-
Öteki büsbütün güldü ve mırıldandı:
-Beni evinin içine sokmak tehlikelidir!-
Genç adam birdenbire durdu. İlk şüpheleri tekrar kafasına
gelmişti. Onun bu duraklayışının farkına varan arkadaşı:
-Yok canım- dedi, -evini filan soymam. Fakat polis tarafından
aranıyorum...-
Ev sahibi arkadaşına dikkatle baktı. Sonra gülerek:
-Kim bilir ne işler karıştırdın!.. Gel bakalım!..- dedi.
Karanlık koridordan geçtiler, bir merdiven çıktılar ve bir
salona girdiler.
Ev sahibi elektriği açtı.
Misafir dudaklarında hep o hafif gülümseme ile etrafına
bakmaya başladı:
Oldukça iyi döşenmiş, bilhassa fazla süsten kaçılmış olan
oda biraz dağınıkça idi. Sahibinin bekar olduğunu, yazıhaneye
benzer bir masanın üstündeki perişan kağıtlar gösteriyor ve
hizmetçinin bu oda ile meşgul olmaktan menedildiği anlaşılıyordu.
Yerde küçük bir halı, alçak sigara iskemleleri, rahat iki
koltuk ve köşede bir sedir vardı. Pencereleri krem renginde tül
perdeler kapatıyordu.
Ev sahibi:
-On iki sene oluyor, değil mi?- dedi.
-Evet; mektepten çıktığımızdan beri görüşmedik!-
-Ne yaptın da seni polis arıyor? Ben bir zamanlar tehlikeli
fikirlere saplandığını ve işinden çıkarıldığını duymuştum!-
-Tahmin edebileceğin şeyler!-
-Dünyayı değiştireceğini mi sanıyorsun?-
-Siz dünyanın değişmez olduğuna inanmaya mecbursunuz!-
Bir müddet sustular. Her biri birer koltuğa oturdu ve ev sahibi
sağ tarafındaki radyoyu karıştırmaya başladı. Biraz sonra
uzaklardan gelir gibi hafif bir müzik duyuldu.
İkisi de ses çıkarmadan dinlemeye koyuldular. Bir operanın
son kısımları çalınıyordu. Gürültülü aletlerin derinden gelen
sesleri yavaşlayınca kavala benzer tatlı nağmeler işitiliyor
ve her ikisinin de yüzlerinde yumuşak, ılık bir hava dolaşır gibi
oluyordu.
Misafir gözlerini yerdeki halıya dikmişti. Yüzünde yine bir
gülümseme vardı, fakat bu seferki gülüşü, biraz evvel dudaklarının
kenarına yerleşip, sahibinin etrafına bir duvar çekilmiş gibi,
yaklaşmak isteyenleri uzaklaştıran bir gülüş değildi. Bir çocuğun
tebessümü kadar içten ve yaklaştırıcı idi.
Başını yavaşça kaldırdı. Arkadaşına döndü:
-Ne güzel değil mi?- dedi, sonra ilave etti: -Dört senedir
müzik dinlemedim!-
-Neden?-
-Fırsat düşmedi.-
Radyodan uzun ve sürekli alkışlar geldi. Arkasından Almanca
sözler başladı ve ev sahibi elini uzatarak düğmeyi çevirdi.
Odayı birdenbire bir sessizlik kapladı.
İkisi de birbirlerinin yüzüne baktılar ve gülüştüler. İçlerinde
bir saniye için on iki sene evvelde yaşıyorlarmış hissi uyandı.
Bakışları o kadar arkadaşça idi.
Ev sahibi kalktı, ötekinin yanına geldi, elini omuzuna koyarak:
-Anlat!- dedi.
-Sen anlat!-
-Görüyorsun... Normal yollarda yürüdüm ve eh, bir parça
bir şeyler oldum!-
-Normal yollarda yürüdüğüne bu kadar emin misin?
-Neden?.. Çalıştım, faydalı oldum ve ilerledim!-
-Yürüyüşünü bilmem... Normal olabilir... Fakat üzerinde
yürüdüğün yola bu kadar inanıyor musun? Hele faydalı olduğuna...-
Cevap vermedi, öteki tekrar sordu:
-Ne demek istediğimi anlıyorsun, değil mi?-
-Biraz!-
-Yaptığın ve faydalı olduğunu söylediğin şeyleri, sana gelinceye
kadar geçirdikleri merhalelerde ve senden sonra aldıkları
yollarda takip ettin mi? Kimlere ve ne kadar faydalı olduğuna
baktın mı?-
Ev sahibi üzüntülü bir tavırla elini salladı ve gülmeye çalışarak:
-Bırak şu derin lafları canım!- dedi.
O zaman misafir de ayağa kalktı:
-Hiç derin laflar değil- dedi, -Bir kere görebildikten sonra
o kadar açık ve elle tutulur şeyler ki... Fakat doğru, bırakalım...
Çünkü insanın kafası bir kere bunları düşünmeye başlarsa bu
rahat koltuklarda bu kadar rahat oturmak mümkün olmaz sanıyorum.-
-Seni böyle düşüncelere götüren sakın bu rahat koltuklara
erişemediğinin kızgınlığı olmasın...-
Bu sözler üzerine arkadaşının yüzü birdenbire değişti. Dudaklarının
ucundaki yumuşak gülümsemenin yerine acı ve yukarıdan
bakan bir sırıtma geldi:
-Kafama düşünmeyi, gözlerime görmeyi yasak edebilsem,
senin çıktığını zannettiğin yere varmanın bana güç gelmeyeceğini
bilirsin...-
-Bilmem... Mektepte en ilerimizdin!-
-Şimdi?..-
-Şimdi en ayrımız!..-
Bu lafı rastgele söylemişti. Fakat söyledikten sonra ağzından
çıkanın nasıl çıplak bir hakikat olduğunu anladı. Karşısındaki
ile eski arkadaşı arasında hiçbir münasebet yoktu. Eski
uysal, laf söylemekten utanan, iştirak etmediği fikirleri bile itiraz
etmeden dikkatle dinleyen çalışkan ve dürüst çocuğun yerinde,
inattan ve sabit fikirlerden yapılmış gibi tırmalayıcı bir
adam vardı. Eskiden hep yumuşak ve tatlı bakan ve insana yanına
sokulmak hissini veren bol kirpikli siyah gözleri şimdi vakit
vakit donuk bir parıltı ile karşısındakine çevriliyor ve onu
tepesinden basarak küçültür gibi oluyordu. Bu bakışların altında
ezilerek başını başka taraflara çevirdi. Sonra misafirinin yüzüne
bakmaya çalışarak:
-Yorgunsun, sana yatacak yer göstereyim!..- dedi.
-Demek beni evinde yatırmaya cesaret edeceksin!-
-Niçin bana hakaret etmek istiyorsun?-
Cevap vermedi, yavaşça ayağa kalktı.
Başka bir şey konuşmadan salondan çıkarak merdiveni indiler,
biraz evvel girdikleri kapının yanındaki odayı açan ev sahibi:
-Burada yat... Benim odamdır. Ben yukarıda sedire uzanırım!- dedi.
Misafir ses çıkarmadan içeri girdi.
-Rahat uykular...- diyerek eline kapıya götürürken durdu,
arkadaşına döndü:
-Gel seni bir kere kucaklayayım. Belki bir daha görüşemeyiz!..- dedi.
-Neden? Yarın burada değil misin?-
-Ben erkenden kalkar ve usulca giderim. Evinde kaldığımın
duyulması iyi olmaz. Gel, seni öpeyim, bilirsin ki eskiden
seni çok severdim...-
Öteki -Şimdi?..- diye sormak cesaretini kendinde bulamadı.
Birbirlerini kucakladılar. Öpüştüler. İkisinin de gözleri yaşarmıştı.
Misafir tekrar:
-Rahat uykular!- dedi.
-Rahat uykular!-
Kapı yavaşça kapandı.
Ağır ağır merdiven basamaklarını çıkarken, içinde, bir azası
yerini değiştirmiş, bir yeri boşalmış yahut bir yerine fazla bir
şey dolmuş gibi hisler duydu.
-Söylediği şeylerde bir hakikat bulunabilir mi ki?..- diye
düşündü. -Zannetmem... Bütün dünya budala mı?.. İnsan acayip
mahluk... Kafası bir kere bir şeye saplanıverince en akıllısından
böyle bir mecnun doğuyor!..-
Tekrar salona girince radyoyu karıştırdı. Birkaç İngiliz istasyonu,
senelerden beri nevileri değişmeyen dans havaları çalıyordu.
Düğmeyi sağa sola çevirdi; Leningrad'ın verdiği bir İngilizce
konferanstan başka bir şey bulamadı. Masasının başına
geçip oturdu.
Bir türlü uykusu gelmiyordu. Dışarı çıkıp bir dolaptan bir
battaniye getirdi. Sedirin üzerine bıraktı. Uzun ve yorucu bir
mükalemeden (konuşmadan) çıkmış gibi kafası yorgun ve dağınıktı.
Halbuki bir şey de konuşmuş sayılmazlardı.
Arkadaşının tepeden bakan gülüşü ve söz söylerken: -Bu
en açık hakikatleri de bana ne diye söyletirsin sanki?..- demek
isteyen kendinden emin ve isteksiz tavrı gözünün önünden gitmiyordu.
Ona kızar gibi oldu. Ruhunun durgun suyuna attığı bir
taşla onu böyle rahatsız eden, iyi kurulmuş bir makine gibi senelerden
beri hiç aksamadan muayyen birkaç formül içinde işleyen
maneviyatını birden sarsan bu küstah eski dostun buna
hiç hakkı olmadığını düşündü.
-Gidip onu kaldırayım ve münakaşa edeyim!..- dedi.
Aşağı indiği zaman arkadaşının uykuya dalmış olduğunu
gördü. Elektriği yaktığı halde uyanmamıştı. Yüzü kendisini
hayrete düşürdü: Bu çehre, sanki demin yukarıda ona karşı
buzlanıveren gergin, sinirli yüz değildi. Burada, kendi yatağında,
çocuk gülümsemeleri ile mışıl mışıl bir delikanlı uyuyordu.
Bu uyuyanın polisten kaçan bir sergüzeştçi, cemiyete diş bileyen
bir adam olmasına imkan var mıydı? Şu anda muhakkak ki
aşk rüyaları görüyordu.
Onu uyandırmaya kıyamadı. Tekrar odasına döndü. Sonra
düşündü ki, birkaç müphem manalı ve keskin cümleden başka
aralarında bir şey konuşulmuş değildi. Kendisi zihninde bu
mükalemeleri devam ettirmiş ve bir çıkmaza girmişti. Fakat
bunu düşününce titredi. Demek ki aşağıda uyuyanın dediği
doğruydu: Farkında olmadan bile biraz düşününce insanın rahatı
kaçacaktı.
Masanın üzerindeki gazeteleri karıştırmaya başladı ve
üçüncü sayfada gözü bir yere ilişti, dikkatle okudu:
Arkadaşının ismi geçiyor ve polis tarafından şiddetle arandığı,
fakat artık yakalanacağı, çünkü zabıtanın iz üzerinde bulunduğu
yazılıyordu.
Birkaç satırla da, şimdiye kadar yaptığı cürümlerden bahsediliyor;
bu adamın iyi bir tahsil görmüş olmasına ve bir zamanlar
memlekete faydalı olacağı ümitlerini vermesine rağmen
bugün sosyal nizam için bir tehlike haline geldiği ve cemiyetin
sarih bir düşmanı olduğu anlatılıyordu.
Uzun zaman bu satırlara baktı. Sonra ağır ağır mırıldandı:
-Düşman!-
O zaman gözünün önüne geldi ki, arkadaşı ona hakikaten
bir düşmandan başka bir gözle bakmamıştır.
Yüzü uzaklaştırıcı bir hava ile sarılan ve eski günleri hatırlayınca
yumuşar gibi olsa bile, bugüne döner dönmez bir kale
gibi kapanıveren ve ancak hücum için açılan bu adam bir -düşman-dı...
-Bir gün o ve onun gibiler hakim olursa...- dedi ve ürperdi.
O zaman onunla karşı karşıya gelmeyi düşünmekten bile korkuyordu.
Sonra, aşağıda; polisten kaçan ve kendi evine sığınan bir
zavallının kendisini bu kadar korkuttuğuna kızdı.
-Aptal!- dedi, -Kuvvetin kendilerinde olmadığını bilmiyor!..-
Evet, kuvvet kendisinde idi ve bütün bir devlet, polisleri,
candarmaları, mahkemeleri, hatta bankaları, mektepleri ve gazeteleri
ile kendisini koruyordu.
Bir an içinde bütün bu müesseselerle olan yakınlığı ve arkadaşının
kendisinden hızla uzaklaşıp sisler, karanlıklar içinde
kaybolduğunu hissetti.
Kendisine daha çok emniyet vermek için pencereye gidip
sokağa baktı. Ta ilerideki köşede bir polis dolaşıyordu. Hemen
pencereyi açıp onu çağırmak istedi; çünkü aşağıdaki orada kaldıkça
burada rahat uyuyamayacaktı. Fakat bağırsa sesinin onu
uyandırabileceğini düşündü ve geri döndü. Gazeteyi tekrar karıştırdı.
Demin bulduğu yeri bir daha okudu ve söylendi:
-Polis izi üzerinde imiş... Ya benim evimde bulunursa?..-
O zaman gözünün önünden karakollar, hapishaneler, mahkemeler
geçiverdi. Etrafına bakındı... Bu sıcak odadan, bu alıştığı
eşyalardan ayrılmayı düşündü ve bunun korkusuyla bütün
etrafındaki şeylere adeta yapıştı.
Hayır, daha fazla duramazdı. Bir eli yavaşça telefona gitti;
öbür eliyle de rehberi karıştırıp numarayı bulduktan sonra telefonu
açtı.
Karşısına gelen nöbetçi komisere meseleyi anlatıp telefonu
kapayınca bir rüyadan uyanır gibi oldu. Elleriyle başını tutarak
odada dolaşmaya başladı.
Birçok fikirler birbirini kovalayıp başının içinden geçiyorlardı.
Kah: -En büyük alçaklığı yaptın, evine sığınan birini ele
verdin!- diyor, kah: -Bir düşmanı elimle saklamak beni koruyan
kuvvetlere hıyanet etmektedir...- diye düşünüyordu.
Dakikalar geçtikçe büsbütün yerinde duramaz oldu. Demin
onun kendisini nasıl kardeşçe, nasıl içten ve nasıl inanarak
öptüğü aklına geldi: Yanakları tutuştu. Nihayet daha fazla dayanamadı,
aşağı inerek onu kaldırmaya, -Kaç, geliyorlar!- demeye karar verdi.
Merdivenleri hızla atlayarak alt kata vardı. Arkadaşının
yattığı odanın kapısını açtı: -Kalk!- diye bağıracaktı, sesi
boğazında kaldı.
Bir anda zihninden geçen bir düşünce onu durdurdu:
Şimdi bir çocuk gibi uyuyan bu adam, doğrulur doğrulmaz
işi anlayacak, o insanı ezen gülüşüyle, o çelik gibi parlayan
gözleriyle kendisine bakacak ve bu onun karşısında küçülecek,
küçülecek, kaybolacaktı.
Bu manzarayı gözlerinin önüne getirince ürperdi. Üzerinde
arkadaşının korkusuz, alaycı, kendine güvenen bakışı dolaşıyormuş
gibi silkindi. Onun karşısında bu perişan halde görünmek,
onu bütün sözlerinde tasdik etmekten başka bir şey değildi.
Dakikalar geçiyordu.
İki birbirine zıt his arasında ne yapacağını şaşıran genç
adam kapıda durmuş, yatağın üstüne elbiseleri ile uzanarak
kaygusuz bir serseri uykusuna dalan arkadaşına bakıyor, ara
sıra onu uyandırmak için bir adım atar gibi olduğu halde, uyanınca
onun nasıl bu güç vaziyette bile derhal kuvvetli olacağını
ve kendisinin, bütün büyük yardımcılarına rağmen nasıl küçülüp
zayıf kalacağını düşünerek duruyor ve terliyordu.
Dışarıda ayak sesleri duyar gibi oldu ve her şeye rağmen
kararını verdi, birkaç adım ilerleyerek elini uykudakinin omuzuna
koydu.
Tam bu anda sokak kapısına yavaşça vuruldu. Hemen oraya
koşarak kapıyı açtı. Bunlar, ikisi sivil, ikisi resmi dört
polisti.
Sessizce içeri girdiler.
Genç adam, girenlere, yarı aralık duran oda kapısını gösterdikten
sonra, acele adımlarla, gürültü çıkarmadan merdivenlere
doğru yürüdü, koşarak yukarı çıktı.
13 Eylül 2007 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder