17 Eylül 2007 Pazartesi

Makinalaşmak yahut Hayvanlaşmak

[Bilmez Kimbilir'in yazısıdır. Kaynak: http://sakincali.blogspot.com/]

“ME 200” kodlu makine mühendisliği oryantasyonu sayesinde –şimdilik- iki fabrika gezdim. Fabrika denenin ne olduğunu filmlerden, Atatürk Cumhuriyeti’nin endüstride nasıl geliştiğini gösteren bayram videolarının kısa planlarından ve bunun gibi bir resimden öte bilgi vermeyen kaynaklardan öğrenmiş birisi için fabrika denenin pek bir alamet-i farikası yoktur sanıyorum. Biraz şanslı olanlarımız da pek az şey görmüştür herhalde fabrikaları gösteren belgesellerden, ama azdır bu ne de olsa belgesel, ele aldığı konuyu ne kadar marifetli ellerden çıkmış olursa olsun sizin ilginizi çekebilecek şeylerin çoğunu ilgisiz bulabilir ve dahi kaçınılmaz olarak buluyordur. Ancak biçilmiş kaftanlarımızın bize verdiğinden daha ötesini nadiren görmeyi isteyen bizlere bu sıkıcı konuyu aktarmamın kanımca önemli sebepleri var. Sosyalizm hakkında az şey bilen önyargısız birini kolayca sosyalist yapabilecek, sosyalizm hakkında oldukça mütevazı bir birikime sahip olanların aklına bin türlü suali kolayca yerleştirebilecek bu yerler kanımca sosyalizme dair konuşulanların merkezinde olmayı hak edecek kadar bize uzak enteresan bir dünya tekvin eder. Buradaki tüm bahsim emekle ve sosyalizmle ilgilidir.

trrrrum,
trrrrum,
trrrrum!
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!

Fabrikaya girmeden bir uyarı. İşçilerle konuşmak yasaktır. Hatta rehberimizin garip espri kabiliyetiyle söylemek gerekirse “İşçilerle konuşmak tehlikeli ve yasaktır” . Yanınızdan geçen ve üzerindeki tulumun rengiyle sizden ne kadar aşağı olduğu belirlenen emekçilerle bir şeyler konuşmaktan aniden men oluyorsunuz. Ama ne gam? Sanki bu yasak olmasa rahatça konuşabileceksiniz. Daha kapının içinden girer girmez çeşitli periyotlarla değişik makamlarda trrrum trrrum eden onlarca makinenin oluşturduğu zevksiz senfoni zaten bir süreliğine kulak duyunuzu neredeyse sıfıra indirirken, bağırmadan kendi sesinizi duymanızı engelliyor. Kulaklara olan baskıya katlanmak alışılacak gibi değil, koca koca kütleleri küçük parçalara ayıran dev makineler sizi savuracak kadar ses yayıyor, periyodik olarak. Başta şanslıysanız tiner kokusu alıyorsunuz ama çabuk geçiyor çünkü birkaç adımdan sonra etrafa yayılmış makine yağı zaten koku alma duyunuzu önce bitap edip sonra bir güzel yoruyor. İlerledikçe yanmış gres yağı ile tanışıyorsunuz. O anda artık size meydan okuyabilecek bir tek yanık kokusu kalıyor.

beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu!
her dinamoyu
altıma almak için çıldırıyorum!
tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor,
damarlarımda kovalıyor
oto-direzinler lokomotifleri!

Ama koku ve ses pek bir şey değil. Hareketli sistemlerden geçen bilmem kaç derecede işlemeye hazır metal kütleleri, bu kütleleri bu sıcaklığa olabildiğince önce ulaştırma gayretindeki devasa fırınlar, çoğuna soğuk bir alet gibi gelecek CNC tezgahlarından çok daha soğuk,devasa ve gürültülü bilmemneleme tezgahları ve bu tezgahların arasına konmuş tek tük masalar… Masalar ne için mi? İşçinin çay saati tabi ki. Yan yana oturulur sigaralar yakılır çaylar yudumlanır, korkunç metal yığınları arasında. O an çay içen eller az önce aşırı derecede kızmış bir demiri tutan maşayı tutuyordu. Ötede birileri hatalı imal ihtimali bulunan serideki parçaları elleri ile kontrol ediyordu tek tek. Bir tanesi tezgaha yerleştirdiği parçanın imal sürecinde “fatigue” olması üzerine bir sürü mekanik kolla donatılmış tezgahın içinde sorunu bulmaya çalışıyordu. Kimisi aralarında geziyor işi aksatanları önce bir güzel paylıyor sonra bölüm görevlisi mühendise malumat veriyordu.

trrrrum,
trrrrum,
trak tiki tak
makinalaşmak istiyorum!

Sanıyorum mühendislik zekası “Önce iş güvenliği” tabelasıyla “Önce kalite” tabelasını yan yana asmaktaki çelişkiyi görmeye kifayetli değildi. Ses yalıtımı oldukça iyi yapılmış ofis kısmında işçinin çay makinesinden çok daha fonksiyonlu çay-kahve makinelerinden aldığı kahveyi bunları kafasına takmadan içiyordu belki de. Zaten işin teorisini bilmekten başka pek bir iş bilmiyor, dolayısıyla ufak tefek arızlar ve alışılmamış ürün siparişleri dışında pek işe yaramıyordu seri üretim mühendisleri. Zaten ellerindeki tezgahların bir çoğu sürekli olarak tek fonksiyonlu çalışıyordu, farklı boyutlardaki ürünler farklı makinelerde teoriye gerek duymadan üretiliyordu.

mutlak buna bir çare bulacağım
ve ben ancak bahtiyar olacağım
karnıma bir türbin oturtup
kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!

Bir kısmının asgari ücretle çalıştığını, çoğunun maaşının asgari ücret cinsinden ikiye varamadığını bilerek ve mühendisin aldığı maaşın aşağı yukarı on asgari ücrete geldiğini öğrenerek ayrılıyorum fabrikadan. Bir anda çıkıyoruz dışarı, bir anda kesiliyor muazzam gürültü. Kendi sesimi, biraz garip bir şekilde olsa da, duyuyorum. Bir anda huzura kavuşuyor akabinde korkunç bir baş ağrısı hissediyorum. Sendikaya çay saati için teşekkür ediyorum. Ve uzaklaşıyorum kötü bir otobüsle bu tuhaf alemden, Nazım Hikmet’in şiirini daha iyi anlayarak.

trrrrum
trrrrum
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!



Marks kaçınılmaz gördüyse devrimi kastı daha gürültülü makinelerle daha az iş güvenliğiyle ve oturup çay içecek masa bulamayarak karın tokluğuna çalışan işçilerden bahsetmiş olmalı. Nazım Hikmet’in kastı da serileştikçe insanı makineleştiren seri üretim olmalı. Hakikaten devrimci olmamak için ne sebep var, bu kadar makineleştirilmişken. Tezgahların gürültüsü sussun, sussun da emekçinin sesi duyulsun.

Ne yazık işler böyle yürümedi zamanla. Hatta işçiler kamuda çok güzel maaşlarla hiçbir şey üretmediler ülkemizde mesela. Sendikanın devrim karşıtı etkisi dedikleri bu olsa gerek. Tabi özelleşmeye başlayınca her şey, devletin eliyle konmuş sosyal güvenlik yasalarıyla baş başa kaldı sonuçta bu ülkenin işçileri de. Fakat bir had olmalı. Bir refah haddi. İşçiye öyle şeyler sunulmalı ki kör karanlık madenlerde, dev canavarlarıyla seri üretimde çalışanlar korku tünellerini terk etmesin.


Daha önemli bir mesele de var. İşçi on saat çalışıyor, memur da. Hangi sosyalist düzen bunlara farklı ücret sunuyor? Bir işçi basit bir banka çalışanıyla aynı derecede yıpranıyor aynı şartlarda çalışıyor da mı biz ikisine de eşit ücret verilmeli diyoruz? Eğer işçi az önceki refah haddine benzer bir karşılık almazsa böyle bir düzende işçi olmaya neden devam etsin? İnsanlar neden dev canavarlar arasında birkaç fonksiyonlu makinelere dönüşsün? Neden makineleşsin?

Anarşiyi düşünün hele, o gürültünün devam etmesine imkân yok. Bir güç de yoksa üzerinizde neden işçi olasınız neden makineleşesiniz? Teknoloji, yani örneğin şofben, çamaşır makinesi, uçak, otobüs, tost makinesi, her türlü ısıtma sistemi, birçok sulama sistemi içinde cıvata olan rulman olan somun olan ve buna benzer seri üretim malzemesi olan her şey üretildiği müddetçe birileri daha az özgürlük sahibi olacak. Ve mesele yalnıza seri üretim değil. Çünkü onlar bizim için bir şey yaparken biz de onlar için bir şeyler yapıyoruz ya, yani toplum oluyoruz ya eşgüdümü koruyoruz ya, işte böyle oldukça birileri pis işleri yapmak zorunda kalacak ve biz ona en fazla adalet getirebileceğiz kendi tanımımızla tam eşitlik, özgürlük falan değil. Yahut hayvanlaşacağız başka yolu yok…

Hiç yorum yok: