Orwell Kimdir?
George Orwell 1903-1950 arasında yaşamış, İngiliz kökenli yazar ve gazeteci bir şahıs. Asıl adı Eric Arthur Blair imiş ama yazılarında hep Orwell imzasını kullanmış. Yaşadığı dönemde daha çok saldırgan gazete yazılarıyla tanınan Orwell, asıl ününü, yazdığı kitaplar sayesinde ölümünden sonra kazanmış. Çünkü en önemli kitabı 1984, ölümünden bir yıl önce 1949’da basılmış. 1945’te basılan Hayvan Çiftliği de asıl ününü 1950’lerden sonra elde etmiş.
Yaşamöyküsüne kısaca değinmemiz gerekiyor.
1903’te Hindistan’da doğduktan 1 yıl sonra İngiltere’ye gelmiş ve orada büyümüş. 1922’de üniversiteden mezun olduktan sonra Burma’da imparatorluk polisi olarak görev yapmaya başlamış. Orada polislikten, şiddetten ve emperyalizmden nefret ettiğini sonra yazdığı “Burma Günleri”nde belirtmiş. 1927’de istifa edip yazarlık serüvenine başlamış.
1927’de Paris’e taşınmış. Orada bulaşıkçılık da dahil birçok iş yapmaya çalışmış. Hatta sarhoşluktan hapse atıldığı bile olmuş. Daha sonra bunları hayatı öğrenmek için yaptığını yazmış.
1933’te ilk romanını tamamlamış. Bu tarihten sonra ara vermeden romanlar ve denemeler yazmış zaten.
1936’da çağdaşı pek çok diğer yazar gibi İspanya İç Savaşı’na katılmış. Ama sadece gazeteci olarak değil, aynı zamanda asker olarak. Savaşta cumhuriyetçi kanatta savaşmış ve boynundan vurularak ölümden dönmüş. Bu tecrübe Orwell’in siyasal düşünce ve eylemin içine girip de fikirlerini olgunlaştırması açısından en önemlilerinden biri olsa gerek.
Savaştan döndükten sonra büyük gazetelerde yorumcu ve eleştirmen olarak çalışmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında daha çok muhalif yazılarıyla ön plana çıkmış ve 1945’te ünlülük bakımından en önemli ikinci eseri olan Hayvan Çiftliği’ni yayımlamış.
1949’da 1984’ü yazmış ve 1950’de veremden ölene kadar gazeteciliğe devam etmiş.
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört Neyi Anlatıyor
Olaylar 1984 yılında Londra’da geçiyor. Londra dünyayı paylaşmış olan üç süper devletten Okyanusya’nın başkenti. Diğer iki devlet de Avrasya ve Doğu Asya. Okyanusya, Amerika’nın tamamı, Afrika’nın güney ucu, Avustralya ve Britanya’dan oluşuyor. Avrasya, Avrupa’nın tamamıyla kuzey ve orta Asya’dan ibaret. Doğu Asya’ysa orta-güney ve doğu Asya’nın bir bütünü. Dünya’nın geri kalan yerleri, yani Afrika’nın orta ve kuzeyi, Orta Doğu ve güney Asya, hiçbir devletin egemenliğinde olmayan, üzerinde savaşların yapıldığı bölgeler.
Bu üç devlet de tek parti egemenliğinde sınıflı toplumlardan müteşekkil. Okyanusya’da toplum parti üyeleri ve proleterler olarak ikiye ayrılıyor. Parti içinde de ayrıca bir üst kademe olarak iç-parti var. Parti üyeleri açısından da burada ayrıca bir sınıf ayrılığı var çünkü tüm parti üyeleri birbirleriyle eşitken, iç-parti üyeleri diğerlerinden üstteler, hem emir-komuta zincirinde, hem de gelirde.
Parti, toplumun her şeyini belirleyen tek kurum. Parti dışında herhangi bir ekonomik veya toplumsal aktör bulunmuyor. Hiçbir dernek veya şirket yok. İnsanlar birleşip herhangi bir şey kuramıyorlar. Dolayısıyla, parti üyeleri dışındaki herkes emek-gücünü partiye satarak var olabiliyor, yani proleter oluyor.
Tüm ülkeyi bir parti üyesinin, Winston’ın gözünden görüyoruz. Gerçi Winston’ın siyasal fikirleri epey gelişmiş olduğundan ve dünyaya epey siyasal bir pencereden baktığından, gördüğümüz sadece bir bireyin sınırlı ve yanlış yönlendirilmiş fikirleri değil. Winston, diğer parti üyelerinin neredeyse tamamı gibi partiye sonsuz bir inançla yaşamıyor, tersine partiye neredeyse her yönüyle düşman. Tabi, herhangi bir konuda herhangi bir şekilde eleştiride bulunmak, hatta övücü de olsa yorum yapmak neredeyse ölümle eşdeğer. Parti üyelerinden partiye karşı sonsuz bir inanç, partinin temsil ettiği her şeye derin bir sevgi ve bağlılık bekleniyor ve başka hiçbir şekilde bir görüş sahibi olmaları istenmiyor. Bu nedenlerle Winston da kimseyle bir görüşünü paylaşmıyor ve içten içe muhalefetini geliştiriyor.
Bir parti üyesi için tüm bilgi kaynağı, evlerin duvarlarındaki tele ekranlar. Buradan tüm gün yayın yapılıp partinin ekonomik icraatları ve savaştaki son durum anlatılıyor. Tabi, bu arada kesintisiz sürüp giden bir savaş var ve kimse ne zaman başladığını bilmiyor. Ayrıca zaman zaman yakalanıp, partiye komplo girişiminde bulundukları tespit edilen hainlerin itirafları ve pişmanlıkları da bu ekranlarda yer alıyor. Tabi, sıkça marşlar da duyuyoruz gün içindeki boş vakitlerde ve Büyük Birader’in resmini görüyoruz.
Büyük Birader partinin başındaki adam. Hiçbir zaman bir görüntüsü veya ses kaydı yayımlanmayan bu adamın sadece bir fotoğrafı var ve sıkça konuşmaları bir sunucu tarafından okunuyor. Tele ekranda başka bir yayın olmadığı zamanlar Büyük Birader’in resmi, altında “Büyük Birader’in gözü sende.” yazısı ve bir marş eşliğinde her parti üyesinin tek göz evini süslüyor. Ayrıca tele ekranlar ters yönlü de çalışıyor. Yani her parti üyesinin evi her an izleniyor. Tele ekranlar kapatılamıyorlar ama sesleri kısılabiliyor. İç-parti üyelerinin evlerindekilerse kısa süreliğine kapatılabiliyorlar.
Bu bilgi kaynaklarımız dolayısıyla bir iç-parti üyesi nasıl yaşar, ne yer, ne içer bilemiyoruz. Ama bir parti üyesinin her daim fakir ve hasta olması beklenebilir. Sürekli savaş nedeniyle fiyatlar artarken maaşlar azalıyor. Bir parti üyesi, dört bakanlıktan birinde çalışır. Bunlardan Doğruluk Bakanlığı eğlence, bilgilendirme, eğitim ve sanat için çıkan tüm yayınların hazırlanmasından sorumlu. Barış Bakanlığı savaş işleriyle, Bolluk Bakanlığı ekonomiyle ilgileniyor. Sevgi Bakanlığı da yasalardan ve düzeni korumaktan sorumlu.
Winston, Doğruluk Bakanlığı’nda çalışıyor. Geçmiş günlük gazetelerde, bugünkü bilgilerle çelişen kısımları tespit edip düzeltmek diye tarif edebileceğimiz bir görevi var. İlk kez duyanlara ilginç gelebilir ama tek bir iktidarın olduğu ve kimsenin partinin dediği gerçeğin dışında bir gerçek öne süremediği 1984 koşullarında, geçmişin değiştirilebilir olmaması için de bir neden yok. Winston geçmişi değiştiriyor mesleği itibariyle.
Dediğimiz gibi, Okyanusya, herkesin Parti olduğu, Parti’nin de herkes olduğu mutlak bir tekillik halini yaşıyor. Ama bu muhteşem bütünleşmişlik içinde dahi insanların zihinlerinde soru işaretleri oluşabilir. Çünkü insanlar aç, yoksul ve hastalar.
Bu tehlikeye karşı Parti’nin almış olduğu önlemlerden en önemlisi tabi ki geçmişin değiştirilmesi. Basit bir örneği kitaptan verirsek, Bolluk Bakanlığı’nın bir ay için ayakkabı üretimi 62 milyon olmasına rağmen önceki ayki Büyük Birader söylevinde tahmin edilen üretim 145 milyon olarak geçmiş. Winston’ın göreviyse bu tahmini, geçen ayki söylevde 57 milyon olarak göstermek. Böylece üretim tahmin edileni de aşmış olarak görülecek ve kimsede herhangi bir memnuniyetsizlik oluşmayacak.
Bir diğer tedbir de her bireyin sürekli kontrol altında tutulması. Asayiş polisinin yanında ayrıca bir düşünce polisi bulunuyor. Düşünce polisinin istihbarat kaynağı tele ekranlar ve casuslar. Tabi ki herkesin evine sık aralıklarla girilerek kontroller de yapılıp tele ekranın göremediği köşe bucaklar da taranıyor. Ayrıca çok gelişmiş casusluk ağı sayesinde herkesin yakınına casusular sokulması sağlanıyor. Kadınlarda seks karşıtlığı örgütlenip yayılarak parti ve Büyük Birader dışında birine sevgi beslenmesi önlenmiş oluyor ve kadınlar partinin daha adanmış köleleri haline geliyorlar. Tabi çocuklar da anne ve babalarını şikayet etmeye özendiriliyorlar.
Bu önlemlerin ve daha pek çok şeyin meşrulaştırıldığı zeminse günümüzdekine çok benzer: Düşmanlar. Dışarıda savaşılan bir ulus ve onlarla işbirliği yapan iç düşmanlar insanların her şeyin sorumlusu olarak görüp suçlamaları için biçilmiş kaftan. İnsanların bu imgelere karşı nefretleri de yine Parti tarafından düzenli aralıklarla boşaltılıyor. “İki dakikalık nefret” denen günlük seanslarda insanlara düşman askerler, onların vahşilikleri, iç düşmanların lideri Goldstein gösteriliyor. Bir hainlik ve düşmanlık yumağı olan bu karakterlere nefretini kusan Okyanusyalılar daha sonra Büyük Birader’in güven verici resmine bakarak rahatlıyorlar, huzur doluyorlar ve çalışmaya devam ediyorlar.
Goldstein’den bahsetmek gerekirse, kendisi Kardeşlik adı verilen bir yeraltı örgütünün kurucusu ve lideri olarak sunuluyor. Sunuluyor diyorum çünkü hiçbir zaman bu örgütle ve Goldstein’le tanışmıyoruz. Her şey gibi onları da tele ekranlardan ve söylentilerden biliyoruz. Partiye ilk ihanet eden ve düşman olan adam Goldstein. Muhtemelen düşman ülkede barınıp suikastlar tasarlıyor ve zararlı görüşlerini insanlara yayıyor. İki dakikalık nefrette Büyük Birader’e hakaret ediyor, Parti’nin diktatör olduğunu ilan ediyor, konuşma özgürlüğünü, basın özgürlüğünü savunuyor ve devrime ihanet edildiğini ilan ediyor. Tüm hainler istisnasız Goldsteinci ve Kardeşlik üyesi oluyorlar.
“Tüm bunlar nasıl oldu?” diye sorduğumuzda da pek cevap alamıyoruz. Bildiklerimizi birkaç cümlede özetlenebilecek cinsten. Devrim önderleri zalim kapitalistleri devirmiş, eşit ve özgür bir Okyanusya kurmuşlar. Ondan sonra da her yıl daha iyiye giden bir ekonomi ile halkın refah seviyesi artmış, mutlu bir ulus inşa edilmiş. Devrim ne zaman oldu, devrim öncesinde ne vardı, kimse hatırlamıyor. Büyük Birader kimdir, ne zaman ortaya çıktı bilinmiyor. Geçmişin böyle olması, kitaptaki zaman ve tarih anlayışıyla da tutarlı. Bir örnekle, geçmişin nasıl tasarlandığını görelim: “Eskiden, şanlı devrim yapılmadan önce, Londra bugünkü gibi güzel bir kent değildi. Karanlık, pis, kimsenin doğru dürüst yiyecek bir şey bulamadığı, yüzlerce ve binlerce yoksul insanın yalınayak dolaştığı, uyuyacak bir dam altı bile bulunmadığı, sefil bir yerdi. Sizler yaşında çocuklar, zalim efendileri için günde on iki saat çalışırlardı. Yavaşlarsa kırbaçlanırlar, yalnızca bayat ekmek ve suyla beslenirlerdi. Bu korkunç yoksulluğun ortasında, emirlerinde otuz kadar hizmetçi çalıştıran varlıklıların oturduğu, birkaç güzel, kocaman ev vardı. Bu varlıklı kişilere kapitalist denirdi. Bunlar yan sayfadaki resimde de görüldüğü gibi şişko, iğrenç yüzlü, çirkin adamlardı.”
Tek bir parti üyesinin gözünden Okyanusya’ya dair epey bir şey öğreniyoruz aslında. Benim yazıma malzeme etmek istediğim de Okyanusya’nın ve partinin yapısı zaten. Sonrası Winston’ın başından geçen bir aşk ve isyan macerası. Tüm bu toplumsal yapının kendine isyan eden iki bireye nasıl davrandığını görüyoruz ve fikirlerimizi tamamlıyoruz. Ben bu kısmı çok anlatmak niyetinde değilim, hem kitabı, okumayanlar için bozmamak, hem de araştırmak istediğim yer zaten orası olmadığı için.
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün Anlamlandırılması
Öncelikle edebi olarak sınıflandırmaya kalktığımızda işin içinden çıkamıyoruz. Örneğin bir ütopya metni dediğimizde hem doğru hem de yanlış bir şey söylemiş oluyoruz. Çünkü 1984’ün gerçek olma kaygısı var ve gerçek olabileceğinde de epey ısrarlı. Erken ütopyaları, örneğin bir Devlet’i, Güneş Ülkesi’ni veya Ütopya’yı okuduğumuzda hep bir varsayım ve idealleştirmeyle karşılaşırız. İnsan ruhu özünde iyi veya kötü bir karakter taşır, gerisi toplumu doğru düzenlemeye ve insanları doğru yönlendirmeye kalmıştır. Örneğin Platon, temel yanlışın düzenlemede olduğunu varsayar ve herkesin en iyi bildiği işi yaptığı yeni bir düzen önerir. Ekonomide böyle kontrolcü bir anlayışla kendi önerdiği ahlaki değerlerin topluma yayılmasının mümkün olacağını savunur. Mükemmele ulaşılınca da toplum ilelebet yaşar. Tüm hayatını bir Katoliklik yayıcısı ve öğreticisi olarak geçiren Thomas More da bireysel mülkiyetin insanları bozduğunu, mülkiyetin kalkmasıyla doğru dini ve ahlaki değerlerin insanlara kolayca aşılanabileceğini iddia eder. Tüm bu ütopyalardaki tarihi durdurma çabası, insana dair mükemmel bilgiye ulaşıldığı, insanın doğru ideal kavramlarla karakterize edildiği varsayımından güç alıyor.
Daha sonra gelenlerden tarihsel materyalistler, aslında insanın her zaman bağlı kalacağı böyle ideal değerlerin olamayacağını, insanın içinde yetiştiği maddi koşulların ürünü olduğunu söylerler. Aslında ortada bir üreten sınıf, bir de onun ürettiğine el koyan bir sömürücü sınıf vardır. Bu idealizasyonlar ancak sınıfların içinde kısmen geçerli olabilir. Doğru toplumu oluşturmak için önce sınıflar ortadan kaldırılmalı ve herkesin kendi doğrusunu üretebileceği sömürüsüz ve eşit bir dünya kurulmalı.
Orwell’in ilk dönemlerinde tarihsel materyalist görüşe yakın olduğunu görüyoruz. İlk dönemler kendini demokratik sosyalist ve yer yer anarşist olarak niteliyormuş. Zaten İspanya İç Savaşı’nda anarşistler ve komünistlerin tarafında savaşıyor ve daha sonra onları tanımak için aralarında savaştığını belirtiyor.
İkinci tip ütopyacılık, ilkine göre daha inanılır duruyor günümüz penceresinden. Çünkü artık iyi, doğru, güzel gibi kavramlarla düşünmüyoruz ve bunların değişebilirliğine inanıyoruz. Sürekli değişen dünya, insanlar ve en başta kendimizin değişkenliği bizi buna zorluyor. Dolayısıyla doğru maddesel koşullara ulaştığımızda, üretim ilişkilerini yeniden düzenlediğimizde insan buna uyum sağlayabilir ve yeni ve doğru insana dönüşebilir. Tek yapılması gereken üretim ilişkilerinde köklü bir değişiklik, yani bir devrimdir. Orwell için ve döneminin birçok insanı için de bu geçerliydi. Ancak, Orwell birçoklarının düştüğü hataya düşmedi, kendini bir görüşün doğru olduğuna inandırıp ömrünü onun propagandasına adamadı. Doğru olanı bulmak için düşünmeye devam etti ve düşünmenin en ileri aşaması olan kurmaya girişti. Nasıl, bir matematik sorusunu çözmeden sadece hocanın veya kitabın çözümünü inceleyerek onu anlayıp içselleştiremiyorsak, yeni baştan bir gerçeklik oluşturmadan da var olanı anlayamayız.
Gerçekçilikten taviz vermeden, hatta gerçeğe ulaşmak için üretilmiş bir ütopyanın bu kadar uç bir noktaya varabileceği pek düşünülemez galiba. Hakikaten de bireyler arası ilişkileri derinlemesine inceleyen daha sorgulayıcı ütopyalarda ki “Mülksüzler” buna örnektir, ütopya olarak tasarlanmış gerçekliğin hiç de mükemmel olmadığını görürüz. Aslında bir hayalden, arzulanan bir gerçeklikten yaratılmış da olsa, yeterince yakından bakıldığında hiçbir ütopya, hatasız değildir.
1984’ün özgün yanı burada ortaya çıkıyor. Hem bir ütopya olmayı, yani idealleştirmeler içermeyi başarıyor, hatta ütopyanın belki de tanımına dahil etmemiz gereken bir şeyi, tarihi durdurmayı başarıyor, aynı zamanda gerçek olabilme iddiası var ve korkmadan bir bireyin hayatına inip bu mükemmelliği tasdik ediyor. “Bu kadar da olamaz!” dediğimiz her an olabilirliğini yüzümüze çarpıyor. Dışarıdan baktığımızda bize iğrenç ve korkunç gelen o dünyanın orada yaşayanlar tarafından nasıl sevilebileceğini, desteklenebileceğini ve o berbat sistemin nasıl sürekli güçlenerek devam edebildiğini anlatıyor.
Orwell’in kurduğu sistemin muhteşem inşa süreci, her anında Orwell’in bunun olabilirliğine gönülden olan inancından beslenmiş gibi görünüyor. Kitabı okurken sürekli bir bilinçaltı sorgulamasıyla, bu yapının imkanını sorguladım ve ikna oldukça daha çok dehşete düştüm. Zaten kanımca Orwell’in amacı da bu totaliterliği sonuna kadar sorgulatmaktı. Çünkü, tüm hikayeyi bir muhaliften dinliyoruz ve bu adamın tek arzusu bu sistemin sonsuza kadar sürmemesi. Tüm macerası boyunca, “bunun bir gün biteceğine” dair dayanaklar bulmaya çalışıyor. Orwell sorgulatmayı hiç yapmayabilir, bize sadece donuk bir resim verebilirdi veya Parti’ye bağlı veya kısmen bağlı bir insanın dönüşümünü anlatabilir, bazı yerleri sorgulatabilirdi. Ama en zorunu seçip, günlük tutan, “Bir umut varsa proleterlerdedir.” diyen, Kardeşlik’e girmek için çırpınan bir kahraman veriyor. Tüm bunları yaparken de akla en uzak sonuca, tüm bunların imkanlılığı sonucuna varmak için yapıyor.
Bu açılardan bakınca, 1984’ün bir ütopya olduğunu söyleyebiliriz ama birçok farklı özelliğinin altını çizmek kaydıyla. Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sıyla beraber karşı-ütopya türünün en önemli eserlerini oluşturuyorlar birçok kaynağa göre. Ama ben 1984’ten sonra yazılmış bir karşı-ütopya okumadığımdan etkilerini çok gözlemleyemedim.
Orwell’i bu siyasal karamsarlığa itenin ne olduğunu bilmiyorum ama kendi geçmişini incelediğimde buna dair örneklere rastlayabiliyorum. Örneğin İspanya İç Savaşı’nda Stalin’in ordularının diğerlerine karşı tavrı Orwell’in anti-Stalinist ve anti-otoriteryen tarafını güçlendirmiş olabilir. Ama şu var ki, insanlığa bir şeyler sunma vaadiyle yola çıkıp da bazı toplumsal hareketlere imza atanların sonunda katı bir diktatöre dönüşebileceğine dair çok derin bir inanç oluşmuş Orwell’de.
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün Anlaşılması
Aklımız bizce sınırlıdır. Geçmişte olanları değiştiremeyeceği gibi şu andaki gerçekliğe de müdahale edemez. Bizim dışımızdaki dünya kendi kendine var olur, bizim zihnimizde değil. Ve biz ancak şimdi yaptığımız bazı şeylerle geleceği etkileyebiliriz. Fizik ve matematik yasalarınıysa hiçbir şekilde değiştiremeyiz. Kimi zaman yalan da söyleriz ama yalanla gerçek arasındaki sınır hep belirgindir. Bir de iktidarın yalanları vardır. Örneğin, bir çatışmada kaç askerin öldüğünü, ülkede toplam kaç işsizin olduğunu bize iktidar söyler ve bu bilgiler yalan olabilirler. Ya da iktidar tarihi olduğu gibi değil de tahrif ederek anlatabilir bize. Yine de biz her zaman çatışmada ölen askerlerin belli bir sayısı olduğunu, geçmişte de bize anlatılan veya anlatılmayan şekliyle bir şeyler yaşandığını, tüm bunların bizden bağımsız olduğunu biliriz. Zihnimizin geçmiş ve şimdiye yönelik sadece bilme gücü vardır, şimdi, geçmişi veya şimdiyi oluşturamayız.
1984’teyse bu savın her zaman geçerli olmadığı iddia ediliyor. İktidarın gücü belli bir eşiği aştığında, şimdi ve geçmiş de şimdi zihinlerimizden üretilebilir. İktidarın söylediğiyle gerçekten olan arasındaki ayrım ortadan kalkmıştır. Geçmiş, gerçekten de yaşanıp dokunulmaz ve müdahale edilmez bir yere yerleşmez. Kısaca, gerçeklik tümüyle kolektif bir bilinç tarafından her an yeniden yaratılır. Partinin bir sloganı: “Geçmişi denetleyen, geleceği de denetler; şu anı denetleyen, geçmişi de denetler.”
Bunun sezgilerimizle çelişen bir durum olması da çiftdüşün denen yeni bir yöntemle aşılıyor. Buna gerçeğin denetlenmesi de deniyor. Çiftdüşüne göre, duyularımız ve hafızamız bize bir bilgi veriyorlar, bu bilgiyi Parti’nin söylediğiyle değiştiriyoruz ve sonra hatırladığımız veya duyumsadığımız bilgiyi ve değiştirme işlemini unutuyoruz. Örneğin birkaç yılda bir savaşılan ulus değiştiriliyor. Kitabın başında “Okyanusya Avrasya’yla savaşıyor, Okyanusya hep Avrasya’yla savaşmıştı.” şeklinde olan bilgimiz, bir yerden sonra “Okyanusya Doğu Asya’yla savaşıyor, Okyanusya hep Doğu Asya’yla savaşmıştı.” şekline dönüyor. Bu dönüşüm de çiftdüşün sayesinde oluyor. Çiftdüşünün kısaca tarifi, gerçeği kendi yoluyla algılayan bilinci yok edip yerine yalnız kolektif bilinci koymak; bu işlemi her an yapmak ve yaptığını da yadsımak. Çiftdüşünün anlaşılması bile çiftdüşün gerektiriyor aslında.
Parti’nin gücü henüz fizik ve matematik yasalarına müdahale edecek yeterlilikte değil ama. İç-Partililerden birinin “Parti isterse yerçekimi yok olur, ben hemen burada uçabilirim.” deyişine ulaşmaları için daha çok çalışmaya ihtiyaçları var. Ya da iki kere ikinin gerçekten de beş olması için.
Tabi, çiftdüşün yoğun bir eğitim gerektiren bir çeşit yeni düşünme biçimi olduğundan, bunu hala oturtamamış olanlar var. Örneğin Winston macerası boyunca geçmişin değiştirilemez olduğunu, gerçekliğin orada bizden bağımsız durduğunu iddia ediyor, tabi kendi kendisine. Bu düşünme biçimi proleterler arasında kabul edilebilir, çünkü onlar neredeyse hiçbir şey bilmeden yaşayan, Parti sevgisi ve düşman nefreti dışında bir şey barındırmaları istenmeyenler. Ancak bir Parti üyesinin böyle düşünmesi hem delilik, hem de ihanet.
Bu noktada, Winston’ın bir yanlışından daha söz etmek gerekiyor. Winston, proleterlerin, çiftdüşün ve zihin kontrolünün gelişmediği insanlık kesiminin devrim yapmasının imkanına inanıyor. Burada da, iktidarın kolektif bilincinden bağımsız bir proleter bilinci olduğunu kabul ediyor ama kitapta görüyoruz ki, en azından Orwell bizi inandırabiliyor ki, böyle bir bilinç neredeyse hiç oluşmayabilir. Proleterler Parti yönetiminden, Büyük Birader önderliğinden gurur duymak dışında hiçbir farklı yola sapmayabilirler.
Zaten, Winston düşünüşü itibariyle bildiğimiz anlamdaki son insan. Bizim inandığımız şeylere inanıyor, gerçekliği bizim gibi algılıyor. Romanın orijinal adı da, “Avrupa’daki Son İnsan” imiş. Çoğu zaman yanıldığını ve deli olduğunu düşünüyor, aslında gerçekten de deli olan o, çünkü herkesten farklı olan o. Aslında Okyanusya öyle bir yer ki, her deli aslında son adam. Akıllılar içinse son adam çoktan ölüp gitmiş.
Parti, çiftdüşünün etkisinden o kadar emin ki, bir günde savaştığı ülkeyi değiştirebiliyor, Goldstein’in görüşleri olarak “Parti’nin diktatör olduğunu”, “Devrime ihanet edildiğini” söyleyebiliyor. Tüm bunlar çiftdüşün sayesinde hiçbir tehlike içermediği gibi, tersine iktidarı güçlendirici hale geliyorlar.
Çiftdüşün, ayrıca iktidara büyük bir üstünlük tanıyor. Önceki tüm iktidarlar, düşmanlarını yeterince tanımıyor, görmezden geliyor ve küçümsüyordu. Çiftdüşün sayesinde Parti, muhalif görüşleri en açık ve tehlikeli haliyle dile getiriyor ve sonra yadsıyıp karşıtını kabul ediyor. Tüm muhalefet biçimlerini akıldışılık gibi büyük bir suçlamayla ötekileştiriyor.
Örneğin, tüm karşı çıkışların dayanak noktası olabilecek, gerçeğin insandan bağımsızlığı konusunda şöyle bir diyalog yaşanıyor:
“-Ama dünya bir toz zerresidir ancak. Ve insanlar küçücüktürler, güçsüzdürler. İnsanoğlu ne zamandır dünya üzerinde yaşıyor? Milyonlarca yıl boyunca yeryüzü bomboştu.
-Saçma. Dünya bizimle aynı yaştadır. Daha yaşlı nasıl olabilir? İnsan bilincinden önce hiçbir şey yoktu ortada.
-Ama kayalar hayvanların kemikleriyle dolu.
-Sen bu kemikleri gördün mü Winston? Elbette ki hayır. Onları on dokuzuncu yüzyıl biyologları uydurmuşlardı. İnsandan önce bir şey yoktu. İnsandan sonra, eğer onun sonu gelirse, bir şey var olmayacak. İnsan dışında hiçbir şey yoktur.
-Ama bizim dışımızdaki evrene ne olacak? Yıldızlara bakın. Bazıları bir milyon ışık yılı uzaktalar. Bizim ulaşamayacağımız uzaklıklarda duruyorlar.
-Yıldızlar da neymiş? Birkaç kilometre ötedeki ateş parçacıkları. İstersek onlara ulaşabiliriz ya da onları ortadan kaldırabiliriz. Evrenin merkezi dünyadır. Güneş ve yıldızlar onun çevresinde dönerler.”
Tüm kontrol, ideal şekliyle sadece çiftdüşünle sağlanamaz elbette. Parti, düşünmenin kendisi olan dilin de kontrolü için fazlasıyla çalışıyor. Asıl hedef bireysel bilincin yok edilmesi olduğundan, içinde bireysel bilincin varlığını barındıran çiftdüşün çözümün tamamı olamaz. Dil öyle bir biçime indirgenmelidir ki, yanlış olan hiçbir şey düşünülemesin. Bunun için de kelime sayısı azaltılıyor ve cümle yapısı yalınlaştırılıyor. Dilin müdahale edilmiş şeklinde Yenikonuş deniyor ve Yenikonuş sözlüğü sürekli yenilenip inceltiliyor. Her yeni baskıda daha az sözcük ve daha basit cümle yapıları var. 1984 yılında 11 baskı yapılmış durumda. 2050’ye kadar Yenikonuş’un tamamlanması ve eski dilin tedavülden kalkması planlanıyor. Böylece gerçekten de düşünmenin tüm imkanları ortadan kalkmış ve mutlak teklik, sadece tek bilincin varlığı başarılmış olacak.
Orwell’in genel olarak dile verdiği öneme değinmemiz gerekebilir. Orwell’e göre, özgürlüğü yok etmek isteyen bürokratlar, kötü konuşur, kötü yazarlar. Anlamın kaybolduğu cümlelere başvururlar. Bu sayede ortada gerçekle temas etmeyen boş, yavan bir dil kalır ve bu dil üzerinden siyaset ve muhalefet yapmak imkansızdır. Bu noktada kitabın dilinden de söz etmek gerekirse, Orwell dil konusunda neredeyse mükemmel bir tutarlılık arz ediyor. Kendisi gerçeğin, dil yok edilerek silinebileceğini düşünüyor, gerçeği anlatmak için de dili müthiş bir berraklıkla kullanıyor. Hiçbir cümlesinden iki anlam çıkarılamıyor. Onun için de her ne kadar kitap çok yönlü de olsa, çok anlamlı olmadığı kesin.
Bir sonuca varmak gerekirse, nasıl varılır bilmiyorum ama Orwell bizim inandığımız birçok şeyi ki bunlar tüm varoluşumuzu üzerine kurduğumuz temel önermeler de olsa, bize sorgulatıyor. En azından bunların farkına varmamızı sağlıyor. Bu farkına varma, bazılarına gereksiz gelebilir, 1984’te öne sürülen tehlikelerden hiçbirinin mümkün olmadığı iddia edilebilir. Ancak şu kesin ki, 1984 topluma dair düşüncelerimizde üretim ilişkilerinin belirleyiciliğini büyük ölçüde bize sorgulatıyor. İktidar ilişkileri ve bilgilenme biçimlerinin siyasetteki gücünün altını kalın çizgilerle çiziyor. Bu, düşüncemizi genişlettiği gibi, tüketilmiş söylemlerden oluşan boş muhalefet alanlarının yerine yenilerini koyabilmemiz için bize zengin bir kaynak sağlıyor.
1 yorum:
şahin k
Yorum Gönder