24 Eylül 2007 Pazartesi

Pat Metheny - Into the Dream-Have You Heard?




Bir müzik eseri hakkında yorum yapmayı sevmem. Klişe ifadelerin dışına çıkmamayı beceremem çünkü. Sadece küçük bir bilgi vereyim. Into the Dream’de kullandığı gitar 42 telli ve Linda Manzer tarafından yapılmış. Metheny bu gitarı birçok albümde kullanmış.

17 Eylül 2007 Pazartesi

Makinalaşmak yahut Hayvanlaşmak

[Bilmez Kimbilir'in yazısıdır. Kaynak: http://sakincali.blogspot.com/]

“ME 200” kodlu makine mühendisliği oryantasyonu sayesinde –şimdilik- iki fabrika gezdim. Fabrika denenin ne olduğunu filmlerden, Atatürk Cumhuriyeti’nin endüstride nasıl geliştiğini gösteren bayram videolarının kısa planlarından ve bunun gibi bir resimden öte bilgi vermeyen kaynaklardan öğrenmiş birisi için fabrika denenin pek bir alamet-i farikası yoktur sanıyorum. Biraz şanslı olanlarımız da pek az şey görmüştür herhalde fabrikaları gösteren belgesellerden, ama azdır bu ne de olsa belgesel, ele aldığı konuyu ne kadar marifetli ellerden çıkmış olursa olsun sizin ilginizi çekebilecek şeylerin çoğunu ilgisiz bulabilir ve dahi kaçınılmaz olarak buluyordur. Ancak biçilmiş kaftanlarımızın bize verdiğinden daha ötesini nadiren görmeyi isteyen bizlere bu sıkıcı konuyu aktarmamın kanımca önemli sebepleri var. Sosyalizm hakkında az şey bilen önyargısız birini kolayca sosyalist yapabilecek, sosyalizm hakkında oldukça mütevazı bir birikime sahip olanların aklına bin türlü suali kolayca yerleştirebilecek bu yerler kanımca sosyalizme dair konuşulanların merkezinde olmayı hak edecek kadar bize uzak enteresan bir dünya tekvin eder. Buradaki tüm bahsim emekle ve sosyalizmle ilgilidir.

trrrrum,
trrrrum,
trrrrum!
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!

Fabrikaya girmeden bir uyarı. İşçilerle konuşmak yasaktır. Hatta rehberimizin garip espri kabiliyetiyle söylemek gerekirse “İşçilerle konuşmak tehlikeli ve yasaktır” . Yanınızdan geçen ve üzerindeki tulumun rengiyle sizden ne kadar aşağı olduğu belirlenen emekçilerle bir şeyler konuşmaktan aniden men oluyorsunuz. Ama ne gam? Sanki bu yasak olmasa rahatça konuşabileceksiniz. Daha kapının içinden girer girmez çeşitli periyotlarla değişik makamlarda trrrum trrrum eden onlarca makinenin oluşturduğu zevksiz senfoni zaten bir süreliğine kulak duyunuzu neredeyse sıfıra indirirken, bağırmadan kendi sesinizi duymanızı engelliyor. Kulaklara olan baskıya katlanmak alışılacak gibi değil, koca koca kütleleri küçük parçalara ayıran dev makineler sizi savuracak kadar ses yayıyor, periyodik olarak. Başta şanslıysanız tiner kokusu alıyorsunuz ama çabuk geçiyor çünkü birkaç adımdan sonra etrafa yayılmış makine yağı zaten koku alma duyunuzu önce bitap edip sonra bir güzel yoruyor. İlerledikçe yanmış gres yağı ile tanışıyorsunuz. O anda artık size meydan okuyabilecek bir tek yanık kokusu kalıyor.

beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu!
her dinamoyu
altıma almak için çıldırıyorum!
tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor,
damarlarımda kovalıyor
oto-direzinler lokomotifleri!

Ama koku ve ses pek bir şey değil. Hareketli sistemlerden geçen bilmem kaç derecede işlemeye hazır metal kütleleri, bu kütleleri bu sıcaklığa olabildiğince önce ulaştırma gayretindeki devasa fırınlar, çoğuna soğuk bir alet gibi gelecek CNC tezgahlarından çok daha soğuk,devasa ve gürültülü bilmemneleme tezgahları ve bu tezgahların arasına konmuş tek tük masalar… Masalar ne için mi? İşçinin çay saati tabi ki. Yan yana oturulur sigaralar yakılır çaylar yudumlanır, korkunç metal yığınları arasında. O an çay içen eller az önce aşırı derecede kızmış bir demiri tutan maşayı tutuyordu. Ötede birileri hatalı imal ihtimali bulunan serideki parçaları elleri ile kontrol ediyordu tek tek. Bir tanesi tezgaha yerleştirdiği parçanın imal sürecinde “fatigue” olması üzerine bir sürü mekanik kolla donatılmış tezgahın içinde sorunu bulmaya çalışıyordu. Kimisi aralarında geziyor işi aksatanları önce bir güzel paylıyor sonra bölüm görevlisi mühendise malumat veriyordu.

trrrrum,
trrrrum,
trak tiki tak
makinalaşmak istiyorum!

Sanıyorum mühendislik zekası “Önce iş güvenliği” tabelasıyla “Önce kalite” tabelasını yan yana asmaktaki çelişkiyi görmeye kifayetli değildi. Ses yalıtımı oldukça iyi yapılmış ofis kısmında işçinin çay makinesinden çok daha fonksiyonlu çay-kahve makinelerinden aldığı kahveyi bunları kafasına takmadan içiyordu belki de. Zaten işin teorisini bilmekten başka pek bir iş bilmiyor, dolayısıyla ufak tefek arızlar ve alışılmamış ürün siparişleri dışında pek işe yaramıyordu seri üretim mühendisleri. Zaten ellerindeki tezgahların bir çoğu sürekli olarak tek fonksiyonlu çalışıyordu, farklı boyutlardaki ürünler farklı makinelerde teoriye gerek duymadan üretiliyordu.

mutlak buna bir çare bulacağım
ve ben ancak bahtiyar olacağım
karnıma bir türbin oturtup
kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!

Bir kısmının asgari ücretle çalıştığını, çoğunun maaşının asgari ücret cinsinden ikiye varamadığını bilerek ve mühendisin aldığı maaşın aşağı yukarı on asgari ücrete geldiğini öğrenerek ayrılıyorum fabrikadan. Bir anda çıkıyoruz dışarı, bir anda kesiliyor muazzam gürültü. Kendi sesimi, biraz garip bir şekilde olsa da, duyuyorum. Bir anda huzura kavuşuyor akabinde korkunç bir baş ağrısı hissediyorum. Sendikaya çay saati için teşekkür ediyorum. Ve uzaklaşıyorum kötü bir otobüsle bu tuhaf alemden, Nazım Hikmet’in şiirini daha iyi anlayarak.

trrrrum
trrrrum
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!



Marks kaçınılmaz gördüyse devrimi kastı daha gürültülü makinelerle daha az iş güvenliğiyle ve oturup çay içecek masa bulamayarak karın tokluğuna çalışan işçilerden bahsetmiş olmalı. Nazım Hikmet’in kastı da serileştikçe insanı makineleştiren seri üretim olmalı. Hakikaten devrimci olmamak için ne sebep var, bu kadar makineleştirilmişken. Tezgahların gürültüsü sussun, sussun da emekçinin sesi duyulsun.

Ne yazık işler böyle yürümedi zamanla. Hatta işçiler kamuda çok güzel maaşlarla hiçbir şey üretmediler ülkemizde mesela. Sendikanın devrim karşıtı etkisi dedikleri bu olsa gerek. Tabi özelleşmeye başlayınca her şey, devletin eliyle konmuş sosyal güvenlik yasalarıyla baş başa kaldı sonuçta bu ülkenin işçileri de. Fakat bir had olmalı. Bir refah haddi. İşçiye öyle şeyler sunulmalı ki kör karanlık madenlerde, dev canavarlarıyla seri üretimde çalışanlar korku tünellerini terk etmesin.


Daha önemli bir mesele de var. İşçi on saat çalışıyor, memur da. Hangi sosyalist düzen bunlara farklı ücret sunuyor? Bir işçi basit bir banka çalışanıyla aynı derecede yıpranıyor aynı şartlarda çalışıyor da mı biz ikisine de eşit ücret verilmeli diyoruz? Eğer işçi az önceki refah haddine benzer bir karşılık almazsa böyle bir düzende işçi olmaya neden devam etsin? İnsanlar neden dev canavarlar arasında birkaç fonksiyonlu makinelere dönüşsün? Neden makineleşsin?

Anarşiyi düşünün hele, o gürültünün devam etmesine imkân yok. Bir güç de yoksa üzerinizde neden işçi olasınız neden makineleşesiniz? Teknoloji, yani örneğin şofben, çamaşır makinesi, uçak, otobüs, tost makinesi, her türlü ısıtma sistemi, birçok sulama sistemi içinde cıvata olan rulman olan somun olan ve buna benzer seri üretim malzemesi olan her şey üretildiği müddetçe birileri daha az özgürlük sahibi olacak. Ve mesele yalnıza seri üretim değil. Çünkü onlar bizim için bir şey yaparken biz de onlar için bir şeyler yapıyoruz ya, yani toplum oluyoruz ya eşgüdümü koruyoruz ya, işte böyle oldukça birileri pis işleri yapmak zorunda kalacak ve biz ona en fazla adalet getirebileceğiz kendi tanımımızla tam eşitlik, özgürlük falan değil. Yahut hayvanlaşacağız başka yolu yok…

13 Eylül 2007 Perşembe

Tek Yol Kaçmak

[Yazı, Dagur Kari’nin Noi Albinoi isimli filmiyle doğrudan ilgili olduğundan önce filmi izlemeniz tavsiye edilir. Yazı boyunca spoiler endişesi taşımadığımdan filmi izlemeden yazıyı okumamanız da tavsiye edilir.]





İtaatsizlik mi Tembellik mi?

Filmi hem izlerken, hem de sonrasında birçok soru takılıyor kafama. Noi’nin hangi sıfatlarla nitelenebileceği bunlardan biri. Birkaç tanesini hemen sayabiliriz belki: Saygısız, itaatsiz, uyumsuz, tembel, hayalperest… Şüphesiz ki bunların hepsi doğru. Ama bunlardan birisi diğerlerine baskın olmalı.

Ocak veya şubatta bir dini bayram vesilesiyle gittiğim köyümüzde, sabahları soğuktan titrediğim için yataktan çıkmak istemezdim. Yorganın dışına çıkarılan herhangi bir uzuv, şiddetli soğuk hissiyle karşılar ve hemen yorganın içine girmek isterdi. Bir süre karşı çıkıştan sonra kalkıp koşarak sobalı odaya geçer ve ısınırdım. Erkek egemen toplum oluşumuzun nimetlerinden çekinmeden faydalanarak hiçbir iş yapmadan kahvaltının hazırlanmasını beklerdim. Ama, yine erkek egemen toplum oluşumuzun bir bedeli olarak bayram namazına gitme zorunluluğu, bu lüksümü ortadan kaldırırdı. İşte o zaman, soğuk suyla alınan abdest, hazırlanma, giyinme ve eksi yüz derece soğukta dışarı çıkma benim çok canımı sıkardı. Kendimde fazlasıyla gözlemlemekle birlikte, soğuğun tüm insanlarda uyku getirici bir etkisi olduğunu düşünürüm hep. Her daim soğuk, neredeyse kutup diyebileceğimiz kadar kuzeydeki İzlanda’da yaşayan insanlarda da bunu fazlasıyla görüyoruz. İnsanlarda bir izole olmuşluk hissi de var. Dünyanın geri kalanıyla arasında okyanuslar bulunan bu garip ülkede, bir de yetmezmiş gibi izole bir köyde yaşayan bu insanlar, her türlü heyecandan uzak, basit ve yavaş yavaş yaşıyorlar.

Her sabah yataktan kalkmamak için babaannesine tüfek attıran, orda burda her daim uyuyan Noi’de de ziyadesiyle bunu görüyoruz. Ayrıca Noi, herkesten daha da tembel olarak, ders çalışmıyor, okula gitmiyor, babasına yardım etmiyor. Onun yerine uyumayı ve aylak aylak gezmeyi tercih ediyor. Okuldaki herkesten daha zeki olmasına rağmen dersleri herkesten kötü. İnsanlar her ne kadar soğuk ve izolasyonun uyuşturucu etkisinden nasiplerini alsalar da, ‘yaşamak’ uğruna çalışıyorlar veya okula devam ediyorlar. Ama Noi, bunları reddediyor, sanki içten içe, orada yaşamak için çalışmayı, okula gitmeyi bir kayıp olarak görüyor. Seçenekleri çok sınırlı ve kendini hapsedilmiş hissediyor. İçinde başka şeyler var Noi’nin. Sanki soğuk sadece dışını dondurabilmiş diğer insanlardan farklı olarak, içindeyse bir ateş var.

Bu ateşi kuvvetlendirmek için gereken benzini de benzinlikte çalışmaya başlayan kız sağlıyor. Iris’le tanıştıktan sonra, önceki dönemde içinde var olan belirsiz isyankar düşünceler toparlanıyor ve belirli bir şekil almaya başlıyor. Önceden de var olan o duygu, burada yaşamak boş, sıkıcılığı ve uyuşukluğundan kaçmalıyım duygusu, kendini ortaya çıkarıyor. Okula devamsızlığı had safhaya ulaşıyor ve “arkadaşlarına kötü örnek olduğu için” okuldan atılıyor.

Iris’le tanışmadan önceki Noi’ye belki basitçe tembel diyebilirdik. Ama, geçirdiği değişim bize Noi’nin aslında kabullenemeyen, itaat etmeyen ve razı olmayan kişiliğinin, kısaca özgürlüğünün tembelliğine yol açtığını gösteriyor. Öncesinde de, orada yaşanan hayatın anlamsızlığını anlayabilecek kadar zekiydi, ama bir alternatifin varlığını hayal edebilecek kadar veriye sahip değildi. Şimdiyse sevdiği kızla beraber Hawaii’ye kaçmak gibi bir alternatifin varlığında, oradaki hayatı büsbütün anlamsızlaşmıştır. Hawaii her şeyiyle İzlanda’ya zıt bir cennettir Noi için.

Kaçma planını uygulama amacını hayatının orta yerine oturttuktan sonra, bunun için ihtiyacı olan parayı kazanması gerekiyor. Ama çalışmaya bir gün bile tahammül edememesi gariptir. Çünkü, hayat amacını gerçekleştirmek için çalışması gerektiğinin tamamen farkındadır. Demek ki, Noi’nin içinde en temelde özgürlüğün olduğu, tembelliğinse bundan türediği düşüncemiz tamamen de doğru değil. Özgürlüğe ulaşmak amacı için dahi çalışmaya dayanamaması, tembelliğin de bağımsız olarak Noi’nin kişiliğinde önemli bir yer tuttuğunu gösteriyor.

Özgürlük ve Zeka

Noi’nin üstün zekalı oluşu, bizi özgürlükle zeka arasında doğrudan bir bağlantı kurma aceleciliğine itebilir. Olan bitene karşı, yaşamaya karşı bir bakış geliştirdiğinde, çevresindekilerin yaptıklarının kendine saçma gelmesi, kopuk bir kişilik ve aynı zamanda tahakkümlere de direnen bir itaatsizlik oluşmasına neden olmuş olabilir. Ama bunları ben de ona yüklüyor olabilirim. Yani, çevremizde gördüğümüz tüm ‘uyumsuz’ların, lisede ve üniversitede gördüğümüz derslerden ilgisiz insanların hepsinin zeka ve farkındalık sayesinde bunu yaptıklarını mı iddia ediyoruz?

Bu iddiaya karşı olmak ve tahakkümün kötülüğü temamızı da güçlendirmek adına, bunu şöyle açıklayabiliriz: Uyumsuz insanlar dayatmaların ve şekillendirilmelerin farkında değiller, bir ölçüde farkında olanlar da bunları haksız görmüyorlar, bunun yerine kendilerini hatalı görüp, sisteme ‘uymaya’ çalışıyorlar. Aslında doğamızda bulunan özgürlük isteğinin ‘saygısızlık’, ‘haylazlık’, ‘yaramazlık’ gibi isimlerle kötülediğimiz yansımalarını çevremizdeki insanlarda hayatımız boyunca gördük. Belki okur da öyle bir insandı. Ama, hem biz uyumlular, hem de uyumsuzların kendileri, bunu yanlış ve düzeltilmesi gereken olarak algıladık. Düzeltebildiklerimiz de ‘başarılı’ oldular.

Noi’ninse doğasında bulunan bu özellikleri tam tersine haklı ve uygulanması gereken düşünceler olarak görmesi, onun zekasının ve farkındalığının bir sonucu olmalı. Hedefine ulaşmak için tüm yasa dışılıkları tereddütsüz göze alması, kendini haklı gördüğünü gösteriyor. Eğer yeterince zeki olmasaydı, sistemin bu kadar uzağına gidemeden sisteme uydurulurdu. Zaten, ne kadar yaramaz olsalar da, çocukların ve gençlerin büyük bir kısmının okuldan atılacak aşamaya gelememesi, gelemeden ‘düzeltilmesi’ sistemin törpüleyici unsurlarının ne kadar yetenekli olduğunu gösteriyor. Tabi bu törpüleyici unsurlar, temel anlamıyla törpüleme işini yapmıyorlar, kişilerin sistemi içselleştirmesi için çalışıyorlar. Sözgelimi, müdür öğrenciyi yanına alıp konuşuyor, dersaneler ‘başarılı’ öğrencilere burs veriyor. Bir şekilde zorunluluk algısı oluşan bu kişilerin sistemin meşruluğunu sorgulama aşamasına gelmesi mümkün olmuyor. Lisenin ilk yıllarında haşarılığıyla ün yapmış arkadaşlarımızın son sene ÖSS telaşına düşüp yoğun bir çalışma içine girmeleri buna örnektir sanırım.

Noi sistemin meşruluğuna inanıyor mu bilmiyoruz ama kendi davranışlarını haksız görmemesi, toplumun genelindeki algıyı taşımadığını gösteriyor. Onun sistemle pek derdi de yok zaten, kendini dışına çıkarmaya çalışmaktan başka. Ama, yoğun kuşatmanın altında sistem dışı düşünebilmek, İzlanda’dan Hawaii’ye kaçmayı hayal edebilmek de zeka göstergesi değilse, nedir? Zeki insanın illa da ayrıntılı sistem analizi yapmasına gerek yok, sadece sistem dışı düşünebilmesi bile, bu insanı zeki olarak nitelememize yeter. Onunki farklı bir zekadır belki, ona da özgürlük zekası diyelim, ne çıkar?

Özgürlüğün Getirdiği Zorunluluk

Bir kere, rollerin farkında bile olunmadan oynanmasını hayat olarak kabul etmemeye başladığında artık bir şekilde kaçmak, dışına çıkmak hayat amacı oluveriyor. Burada artık yapılacak şey zorunluluğa dönüşmüştür. Bir kere bu düşünceler kafada yer ettiğinde, bunları unutup hiç olmamış gibi yaşamaya devam etmek çok zor hale gelir. Özgürleşmiş kafa, baskıcı toplumun kendisi için açtığı küçük yeri artık çok komik görmeye başlar. Şiddetli bir iç sıkıntısı ve dayanamama hali. Noi’de kaçma aşamasında olan şey tam da budur. Iris, gelmeyi kabul edecek kadar özgür olamadığında Noi de kaçmaktan vazgeçebilirdi. En azından erteleyebilirdi. Ama, Irisin güçlendirdiği alev artık yangın olmuştur ve Iris kaçış için sadece bir süstür. Kaçışın sebebi olmaktan çok uzaktır. Sadece Noi’nin fikirlerinin oluşumunda bir araç olabilmiştir. Sonsuza dek o köyde çürümeye mahkum olmuştur, hak etmiştir bunu. Özgürleşmiş Noi için artık kaçmak bir zorunluluk olmuştur. İroniktir ki, Noi fazla özgür olduğundan tek bir şeye zorunlu kalmış oluyor. Özgürlüğün getirdiği bir zorunluluğa odaklanma halinin benzerinin harika bir anlatımı ve Noi’nin muhtemel geleceğini merak edenler için Sabahattin Ali’nin “Düşman” öyküsünü tavsiye ediyorum.

Özgürlüğü Anla(ma)mak

Noi’ye duyduğum saygı ve fazlaca özenme yazıdan anlaşılmıştır sanıyorum. Sahip olduğu ‘özgürlük zekası’ ve anlama yeteneğiyle yeni insana epey yakın olduğu söylenebilir. Peki Noi’nin mutlu olabileceği bir yer bulabilir miyiz?

Bütün tahakkümlerin ortadan kalktığı bir ütopyada, ki bunların içine devlet dahil olmakla beraber sınırlı bir kısmını oluşturur, Noi’nin sorunları çözülür mü? İnsanın hayatını sürdürmesi için, öyle veya böyle, çalışması gereklidir. Noi’nin özünde bulunduğunu saptadığımız tembellik ne olacak o zaman?

Ekonomik düzen açısından ortak yaşama dayalı bir komün bile olsa, gençlerin çalışmaya başlamaları her zaman sorunlu bir konu. Sistem eleştirimizde temel noktalardan biri olan, onlarca yıllık eğitim, bu sorunun ilerlemiş halinden ibaret. Çocuklar, hayatlarını sürdürmek için ‘biyoloji’ öğrenmek zorunda olmamalarına rağmen zorla öğreniyorlar, bunu eleştiriyoruz. İnsanlar, neyi niye yaptıklarını, özellikle yapmak zorunda oldukları şeyleri niye yaptıklarını her an sorgulamalı ve bunları isteyerek yapmalı diyoruz. Davranışları, kalıplar belirlememeli, davranışları kişiler belirlemeli diyoruz. Bu durumda, biyoloji öğrenmenin doğrudan hayatla ilgisinin bulunamayışı, eğitimin hayata aşırı yabancılaştığını gösteriyor. Hiyerarşik olmayan bir komünde de bu sorun bu kadar fazla olmasa da, yine de bizi zorluyor. Şöyle ki, çocuklar doğar doğmaz çalışmaya başlamayacaklar. Emekten tamamen uzak geçirilen yıllar sonrasında, çocuğun çalışmaya başlaması gerekecek, tıpkı şimdiki gibi. Her ne kadar bahsettiğimiz durumda ‘meslek’ler şimdiki kadar hayattan kopuk ve hayata yabancı olmayacaklarsa da, yaşamak için yapılıyor olsalar da, bir genç bunun farkına kolayca varamayabilir. Çünkü o ana kadar büyükler tarafından kollanmış olan gence, bir anda çalış denmiş olacak. Bu süreç içinde doğanın neden olduğu zorunluluklar dışında hiçbir insan yapımı zorunluluk olmamalı. Buysa pek mümkün değilmiş gibi görünüyor. Çalışmaya yeni başlayan bir genç, mutlaka bir zorlamayla başlayacaktır. O genç özgür müdür?

Bu noktada özgürlük anlayışımı sorgulamam gerekiyor. Acaba, emeğe yabancılaşma adı altında topyekün emeğe mi karşı çıkıyorum? Yabancılaşma ve zorlama içermeyen emek olabilir mi? Tahakkümleri nereye kadar kaldırabiliriz? Yabancılaşma insanın her türünün temel bir özelliği olabilir mi?

Başa dönüyoruz tekrar…

Düşman

[Sabahattin Ali öyküsüdür.]

Gece, hafif yağmur çiseliyordu.

Asfalt yolda yürürken yeni rugan iskarpinleri nemli nemli
parlıyor ve siyah, çizgili pantolonu bunların üzerine tatlı bir
akışla dökülüyordu. Paltosunun geniş yakasını kaldırmış, kalın
eldivenli ellerini arkasına bağlamıştı.

Dalgın dalgın yürüyor ve boş gözlerle ayaklarına, ıslak asfalttan
biraz yukarıya doğru kalkıp sonra kolayca ileri uzanan
ve yine ıslak asfalta dokunan iskarpinlerine bakıyordu. -Hayat
bu rugan iskarpinlere ne kadar benziyor!- dedi, -Tıpkı bunlar
gibi biz de günler geçtikçe aşınmaya, bir tarafa kaykılmaya, çirkinleşmeye
ve nihayet işe yaramamaya başlayacağız...-

Sonra bu düşünceleri istediği kadar ince ve zekice bulmadığı
için dudaklarını büktü. Biraz evvel bir arkadaşının evinde
oynadığı pokeri aklına getirdi. Otuz lira kazanmıştı.

-Yanıma o karı oturmasaydı daha çok kazanabilirdim!- diye
söylendi, -Kadın hem kocasının parasına güvenerek cesur
oynuyor, hem de eğilip kağıtlarıma bakıyordu.-

Ağır, fakat tatlı bir pudra, esans ve saç kokusu burnuna gelir
gibi oldu, yutkundu.

Hayat ne güzel fakat ne can sıkıcı şeydi!.. Gündüz daire...
Hafif bir iş, bol para... Akşamüzerleri güzel bir yemek, bazan
sinema... Çay... Poker... Sonra uyku... Bunların hepsi güzeldi, fakat
bütün günü dolduran bu eğlendirici işlerin içinde insan bir
boşluk hissi duymaktan kurtulamıyordu. Bir şey eksik gibiydi,
bütün ömrünce işlemeyen bir yeri varmış gibiydi.

Şimdi evine dönerken gene bu boşluğun farkına vardı. Gününü
güzel geçirdiğini, hatta otuz lira da kazandığını düşünüyor
ve içinde gene doyurulmamış bir yer kalmasına şaşıyordu.
-Belki bu hayat, sık sık uykusuzluk sinirleri bozuyor!- dedi.

Evinin önüne gelmişti. Aralık duran bahçe kapısını ayağıyla
itti. İki tarafı çiçekli çakıl yolda yürümeye başladı. Geceleri
eve hep arka taraftaki küçük kapıdan girerdi. Salona ve ön kapıya
yakın bir yerde yatan hizmetçiyi uyandırmak istemediği
ve yatak odası bu kapıya daha yakın olduğu için farkına varmadan
kendini buna alıştırmıştı.

Başı yukarıda yürüyordu. Kapıya yaklaşınca elini cebine
götürüp anahtarı çıkardı ve ileriye baktı.

Şiddetle ürkerek olduğu yerde kaldı: Bir karaltı kapının hafif
girintisine büzülmüş, kımıldamadan duruyordu.

Elini cebine götürdü. Tabancasını almamıştı. Karaltı birdenbire
kımıldadı.

Genç adam bağırmak ve kaçmak ister gibi bir tavır aldı, fakat
karaltı parmağını ağzına götürerek yavaşça -Suss!- dedi.

Bunu o kadar tabii, o kadar emirden uzak, fakat hakim bir
sesle söyledi ki, öteki, elinde olmayarak durdu ve merakla o tarafa
baktı.

Karaltı yaklaştı:

-Şurada biraz uyumuş kalmışım. Bir fenalık için geldim
sanmayınız... Yatacak yerim yok!- dedi.

O zaman ev sahibi yabancıyı dikkatle süzdü ve hayret etti:
Bu, ne bir dilenciye, ne de bir serseriye benziyordu. Kılığı oldukça
düzgün, boyunbağlı, adeta efendi soyundan bir şeydi.

Lakayt görünmeye çalışarak yabancının yanından geçti ve
elindeki anahtarı kapıya soktu.

Sonra birdenbire korkarak durdu. Bu herife pek çabuk
inandığını düşündü ve bir an, kafasına bir şey inmesini bekledi.

Öteki, ayaklarını sürükleyerek birkaç adım gitmiş, sonra
durup yüzünü tekrar genç adama dönmüştü:

-Bu gece bahçenin bir köşesinde yatmama müsaade etmeyecek misiniz?-

Bunu söyleyerek ufak bir leylak ağacının altına doğru bir
adım attı.

Evin sahibi geriye dönerek yabancıya baktı. Yüzünü dallar
ve yapraklar gölgelediği için pek göremiyordu. Yalnız sesi o kadar
emniyet verici idi ki, bütün korkularını ve tereddütlerini silip
götürüyordu.

Kafasında bir ışık parlayıp söner gibi oldu. Bu sesin emniyet
vericiliğinin bir tanışıklıktan geldiğini zannetti. Şimdi bu
sesin dimağındaki akisleri ona bir ahbabın sesi gibi geliyordu.

Birkaç adım daha ilerledi. Yağmur durmuş, bulutlar birbirlerini
kovalamaya başlamıştı. Gece yarısından sonra çıkan yarım
bir ay dallarin arasından geçerek yabancının yüzünü yer
yer aydınlatıyordu.

-Müsaade etmiyorsanız gideyim!- dedi ve etrafına bakındı.

Fakat genç adam onun ne söylediğini anlamadı. Dalların
arasından geçen ışık yabancının ağzını ve çenesini aydınlatmıştı.
Bu dişleri, söz söylerken iki kenarı aşağı doğru çekilen bu
dudakları tanır gibi oldu.

Eğilip karşısındakinin yüzüne bakmak istedi, o geri çekildi.

O zaman sordu:

-Siz şey değil misiniz?..-

Öteki, elini ağzına götürdü:

-Sus... Oyum!.. Ben seni görür görmez tanıdım. Fakat beni
hatırlayacağını sanmamıştım...-

Ev sahibi karşısındakini bileğinden tuttu, kendine doğru,
ay ışığının altına çekti.

-Pek az değişmişsin- dedi... Sonra ilave etti: -Hayır... Çok
değişmişsin... Gerçi yüzünün hatları değişmemiş gibi ve ağzın,
burnun hep aynı... Hele ağzın... Fakat nasıl söyleyeyim, ihtiyarlamış
gibisin; ama bu ihtiyarlık da değil, benden daha genç duruyorsun...
Hulasa bir başka türlü olmuşsun. Yüzünün dışı değil,
içi değişmiş gibi. Aman canım... Anlatamadım işte...-

Öteki hafif bir gülüşle dinliyordu. Sadece:

-Sen de biraz değişmişsin!..- dedi.

Kapıya yaklaşmışlardı; ev sahibi yanındakine döndü:

-Dışarısı serin değil mi? İçeri girelim!-

Öteki büsbütün güldü ve mırıldandı:

-Beni evinin içine sokmak tehlikelidir!-

Genç adam birdenbire durdu. İlk şüpheleri tekrar kafasına
gelmişti. Onun bu duraklayışının farkına varan arkadaşı:

-Yok canım- dedi, -evini filan soymam. Fakat polis tarafından
aranıyorum...-

Ev sahibi arkadaşına dikkatle baktı. Sonra gülerek:

-Kim bilir ne işler karıştırdın!.. Gel bakalım!..- dedi.

Karanlık koridordan geçtiler, bir merdiven çıktılar ve bir
salona girdiler.

Ev sahibi elektriği açtı.

Misafir dudaklarında hep o hafif gülümseme ile etrafına
bakmaya başladı:

Oldukça iyi döşenmiş, bilhassa fazla süsten kaçılmış olan
oda biraz dağınıkça idi. Sahibinin bekar olduğunu, yazıhaneye
benzer bir masanın üstündeki perişan kağıtlar gösteriyor ve
hizmetçinin bu oda ile meşgul olmaktan menedildiği anlaşılıyordu.
Yerde küçük bir halı, alçak sigara iskemleleri, rahat iki
koltuk ve köşede bir sedir vardı. Pencereleri krem renginde tül
perdeler kapatıyordu.

Ev sahibi:

-On iki sene oluyor, değil mi?- dedi.

-Evet; mektepten çıktığımızdan beri görüşmedik!-

-Ne yaptın da seni polis arıyor? Ben bir zamanlar tehlikeli
fikirlere saplandığını ve işinden çıkarıldığını duymuştum!-

-Tahmin edebileceğin şeyler!-

-Dünyayı değiştireceğini mi sanıyorsun?-

-Siz dünyanın değişmez olduğuna inanmaya mecbursunuz!-

Bir müddet sustular. Her biri birer koltuğa oturdu ve ev sahibi
sağ tarafındaki radyoyu karıştırmaya başladı. Biraz sonra
uzaklardan gelir gibi hafif bir müzik duyuldu.

İkisi de ses çıkarmadan dinlemeye koyuldular. Bir operanın
son kısımları çalınıyordu. Gürültülü aletlerin derinden gelen
sesleri yavaşlayınca kavala benzer tatlı nağmeler işitiliyor
ve her ikisinin de yüzlerinde yumuşak, ılık bir hava dolaşır gibi
oluyordu.

Misafir gözlerini yerdeki halıya dikmişti. Yüzünde yine bir
gülümseme vardı, fakat bu seferki gülüşü, biraz evvel dudaklarının
kenarına yerleşip, sahibinin etrafına bir duvar çekilmiş gibi,
yaklaşmak isteyenleri uzaklaştıran bir gülüş değildi. Bir çocuğun
tebessümü kadar içten ve yaklaştırıcı idi.

Başını yavaşça kaldırdı. Arkadaşına döndü:

-Ne güzel değil mi?- dedi, sonra ilave etti: -Dört senedir
müzik dinlemedim!-

-Neden?-

-Fırsat düşmedi.-

Radyodan uzun ve sürekli alkışlar geldi. Arkasından Almanca
sözler başladı ve ev sahibi elini uzatarak düğmeyi çevirdi.

Odayı birdenbire bir sessizlik kapladı.

İkisi de birbirlerinin yüzüne baktılar ve gülüştüler. İçlerinde
bir saniye için on iki sene evvelde yaşıyorlarmış hissi uyandı.
Bakışları o kadar arkadaşça idi.

Ev sahibi kalktı, ötekinin yanına geldi, elini omuzuna koyarak:

-Anlat!- dedi.

-Sen anlat!-

-Görüyorsun... Normal yollarda yürüdüm ve eh, bir parça
bir şeyler oldum!-

-Normal yollarda yürüdüğüne bu kadar emin misin?

-Neden?.. Çalıştım, faydalı oldum ve ilerledim!-

-Yürüyüşünü bilmem... Normal olabilir... Fakat üzerinde
yürüdüğün yola bu kadar inanıyor musun? Hele faydalı olduğuna...-

Cevap vermedi, öteki tekrar sordu:

-Ne demek istediğimi anlıyorsun, değil mi?-

-Biraz!-

-Yaptığın ve faydalı olduğunu söylediğin şeyleri, sana gelinceye
kadar geçirdikleri merhalelerde ve senden sonra aldıkları
yollarda takip ettin mi? Kimlere ve ne kadar faydalı olduğuna
baktın mı?-

Ev sahibi üzüntülü bir tavırla elini salladı ve gülmeye çalışarak:

-Bırak şu derin lafları canım!- dedi.

O zaman misafir de ayağa kalktı:

-Hiç derin laflar değil- dedi, -Bir kere görebildikten sonra
o kadar açık ve elle tutulur şeyler ki... Fakat doğru, bırakalım...
Çünkü insanın kafası bir kere bunları düşünmeye başlarsa bu
rahat koltuklarda bu kadar rahat oturmak mümkün olmaz sanıyorum.-

-Seni böyle düşüncelere götüren sakın bu rahat koltuklara
erişemediğinin kızgınlığı olmasın...-

Bu sözler üzerine arkadaşının yüzü birdenbire değişti. Dudaklarının
ucundaki yumuşak gülümsemenin yerine acı ve yukarıdan
bakan bir sırıtma geldi:

-Kafama düşünmeyi, gözlerime görmeyi yasak edebilsem,
senin çıktığını zannettiğin yere varmanın bana güç gelmeyeceğini
bilirsin...-

-Bilmem... Mektepte en ilerimizdin!-

-Şimdi?..-

-Şimdi en ayrımız!..-

Bu lafı rastgele söylemişti. Fakat söyledikten sonra ağzından
çıkanın nasıl çıplak bir hakikat olduğunu anladı. Karşısındaki
ile eski arkadaşı arasında hiçbir münasebet yoktu. Eski
uysal, laf söylemekten utanan, iştirak etmediği fikirleri bile itiraz
etmeden dikkatle dinleyen çalışkan ve dürüst çocuğun yerinde,
inattan ve sabit fikirlerden yapılmış gibi tırmalayıcı bir
adam vardı. Eskiden hep yumuşak ve tatlı bakan ve insana yanına
sokulmak hissini veren bol kirpikli siyah gözleri şimdi vakit
vakit donuk bir parıltı ile karşısındakine çevriliyor ve onu
tepesinden basarak küçültür gibi oluyordu. Bu bakışların altında
ezilerek başını başka taraflara çevirdi. Sonra misafirinin yüzüne
bakmaya çalışarak:

-Yorgunsun, sana yatacak yer göstereyim!..- dedi.

-Demek beni evinde yatırmaya cesaret edeceksin!-

-Niçin bana hakaret etmek istiyorsun?-

Cevap vermedi, yavaşça ayağa kalktı.

Başka bir şey konuşmadan salondan çıkarak merdiveni indiler,
biraz evvel girdikleri kapının yanındaki odayı açan ev sahibi:

-Burada yat... Benim odamdır. Ben yukarıda sedire uzanırım!- dedi.

Misafir ses çıkarmadan içeri girdi.

-Rahat uykular...- diyerek eline kapıya götürürken durdu,
arkadaşına döndü:

-Gel seni bir kere kucaklayayım. Belki bir daha görüşemeyiz!..- dedi.

-Neden? Yarın burada değil misin?-

-Ben erkenden kalkar ve usulca giderim. Evinde kaldığımın
duyulması iyi olmaz. Gel, seni öpeyim, bilirsin ki eskiden
seni çok severdim...-

Öteki -Şimdi?..- diye sormak cesaretini kendinde bulamadı.

Birbirlerini kucakladılar. Öpüştüler. İkisinin de gözleri yaşarmıştı.
Misafir tekrar:

-Rahat uykular!- dedi.

-Rahat uykular!-

Kapı yavaşça kapandı.

Ağır ağır merdiven basamaklarını çıkarken, içinde, bir azası
yerini değiştirmiş, bir yeri boşalmış yahut bir yerine fazla bir
şey dolmuş gibi hisler duydu.

-Söylediği şeylerde bir hakikat bulunabilir mi ki?..- diye
düşündü. -Zannetmem... Bütün dünya budala mı?.. İnsan acayip
mahluk... Kafası bir kere bir şeye saplanıverince en akıllısından
böyle bir mecnun doğuyor!..-

Tekrar salona girince radyoyu karıştırdı. Birkaç İngiliz istasyonu,
senelerden beri nevileri değişmeyen dans havaları çalıyordu.
Düğmeyi sağa sola çevirdi; Leningrad'ın verdiği bir İngilizce
konferanstan başka bir şey bulamadı. Masasının başına
geçip oturdu.

Bir türlü uykusu gelmiyordu. Dışarı çıkıp bir dolaptan bir
battaniye getirdi. Sedirin üzerine bıraktı. Uzun ve yorucu bir
mükalemeden (konuşmadan) çıkmış gibi kafası yorgun ve dağınıktı.
Halbuki bir şey de konuşmuş sayılmazlardı.

Arkadaşının tepeden bakan gülüşü ve söz söylerken: -Bu
en açık hakikatleri de bana ne diye söyletirsin sanki?..- demek
isteyen kendinden emin ve isteksiz tavrı gözünün önünden gitmiyordu.

Ona kızar gibi oldu. Ruhunun durgun suyuna attığı bir
taşla onu böyle rahatsız eden, iyi kurulmuş bir makine gibi senelerden
beri hiç aksamadan muayyen birkaç formül içinde işleyen
maneviyatını birden sarsan bu küstah eski dostun buna
hiç hakkı olmadığını düşündü.

-Gidip onu kaldırayım ve münakaşa edeyim!..- dedi.

Aşağı indiği zaman arkadaşının uykuya dalmış olduğunu
gördü. Elektriği yaktığı halde uyanmamıştı. Yüzü kendisini
hayrete düşürdü: Bu çehre, sanki demin yukarıda ona karşı
buzlanıveren gergin, sinirli yüz değildi. Burada, kendi yatağında,
çocuk gülümsemeleri ile mışıl mışıl bir delikanlı uyuyordu.
Bu uyuyanın polisten kaçan bir sergüzeştçi, cemiyete diş bileyen
bir adam olmasına imkan var mıydı? Şu anda muhakkak ki
aşk rüyaları görüyordu.

Onu uyandırmaya kıyamadı. Tekrar odasına döndü. Sonra
düşündü ki, birkaç müphem manalı ve keskin cümleden başka
aralarında bir şey konuşulmuş değildi. Kendisi zihninde bu
mükalemeleri devam ettirmiş ve bir çıkmaza girmişti. Fakat
bunu düşününce titredi. Demek ki aşağıda uyuyanın dediği
doğruydu: Farkında olmadan bile biraz düşününce insanın rahatı
kaçacaktı.

Masanın üzerindeki gazeteleri karıştırmaya başladı ve
üçüncü sayfada gözü bir yere ilişti, dikkatle okudu:

Arkadaşının ismi geçiyor ve polis tarafından şiddetle arandığı,
fakat artık yakalanacağı, çünkü zabıtanın iz üzerinde bulunduğu
yazılıyordu.

Birkaç satırla da, şimdiye kadar yaptığı cürümlerden bahsediliyor;
bu adamın iyi bir tahsil görmüş olmasına ve bir zamanlar
memlekete faydalı olacağı ümitlerini vermesine rağmen
bugün sosyal nizam için bir tehlike haline geldiği ve cemiyetin
sarih bir düşmanı olduğu anlatılıyordu.

Uzun zaman bu satırlara baktı. Sonra ağır ağır mırıldandı:
-Düşman!-

O zaman gözünün önüne geldi ki, arkadaşı ona hakikaten
bir düşmandan başka bir gözle bakmamıştır.

Yüzü uzaklaştırıcı bir hava ile sarılan ve eski günleri hatırlayınca
yumuşar gibi olsa bile, bugüne döner dönmez bir kale
gibi kapanıveren ve ancak hücum için açılan bu adam bir -düşman-dı...

-Bir gün o ve onun gibiler hakim olursa...- dedi ve ürperdi.
O zaman onunla karşı karşıya gelmeyi düşünmekten bile korkuyordu.

Sonra, aşağıda; polisten kaçan ve kendi evine sığınan bir
zavallının kendisini bu kadar korkuttuğuna kızdı.

-Aptal!- dedi, -Kuvvetin kendilerinde olmadığını bilmiyor!..-

Evet, kuvvet kendisinde idi ve bütün bir devlet, polisleri,
candarmaları, mahkemeleri, hatta bankaları, mektepleri ve gazeteleri
ile kendisini koruyordu.

Bir an içinde bütün bu müesseselerle olan yakınlığı ve arkadaşının
kendisinden hızla uzaklaşıp sisler, karanlıklar içinde
kaybolduğunu hissetti.

Kendisine daha çok emniyet vermek için pencereye gidip
sokağa baktı. Ta ilerideki köşede bir polis dolaşıyordu. Hemen
pencereyi açıp onu çağırmak istedi; çünkü aşağıdaki orada kaldıkça
burada rahat uyuyamayacaktı. Fakat bağırsa sesinin onu
uyandırabileceğini düşündü ve geri döndü. Gazeteyi tekrar karıştırdı.
Demin bulduğu yeri bir daha okudu ve söylendi:

-Polis izi üzerinde imiş... Ya benim evimde bulunursa?..-

O zaman gözünün önünden karakollar, hapishaneler, mahkemeler
geçiverdi. Etrafına bakındı... Bu sıcak odadan, bu alıştığı
eşyalardan ayrılmayı düşündü ve bunun korkusuyla bütün
etrafındaki şeylere adeta yapıştı.

Hayır, daha fazla duramazdı. Bir eli yavaşça telefona gitti;
öbür eliyle de rehberi karıştırıp numarayı bulduktan sonra telefonu
açtı.

Karşısına gelen nöbetçi komisere meseleyi anlatıp telefonu
kapayınca bir rüyadan uyanır gibi oldu. Elleriyle başını tutarak
odada dolaşmaya başladı.

Birçok fikirler birbirini kovalayıp başının içinden geçiyorlardı.
Kah: -En büyük alçaklığı yaptın, evine sığınan birini ele
verdin!- diyor, kah: -Bir düşmanı elimle saklamak beni koruyan
kuvvetlere hıyanet etmektedir...- diye düşünüyordu.

Dakikalar geçtikçe büsbütün yerinde duramaz oldu. Demin
onun kendisini nasıl kardeşçe, nasıl içten ve nasıl inanarak
öptüğü aklına geldi: Yanakları tutuştu. Nihayet daha fazla dayanamadı,
aşağı inerek onu kaldırmaya, -Kaç, geliyorlar!- demeye karar verdi.

Merdivenleri hızla atlayarak alt kata vardı. Arkadaşının
yattığı odanın kapısını açtı: -Kalk!- diye bağıracaktı, sesi
boğazında kaldı.

Bir anda zihninden geçen bir düşünce onu durdurdu:

Şimdi bir çocuk gibi uyuyan bu adam, doğrulur doğrulmaz
işi anlayacak, o insanı ezen gülüşüyle, o çelik gibi parlayan
gözleriyle kendisine bakacak ve bu onun karşısında küçülecek,
küçülecek, kaybolacaktı.

Bu manzarayı gözlerinin önüne getirince ürperdi. Üzerinde
arkadaşının korkusuz, alaycı, kendine güvenen bakışı dolaşıyormuş
gibi silkindi. Onun karşısında bu perişan halde görünmek,
onu bütün sözlerinde tasdik etmekten başka bir şey değildi.

Dakikalar geçiyordu.

İki birbirine zıt his arasında ne yapacağını şaşıran genç
adam kapıda durmuş, yatağın üstüne elbiseleri ile uzanarak
kaygusuz bir serseri uykusuna dalan arkadaşına bakıyor, ara
sıra onu uyandırmak için bir adım atar gibi olduğu halde, uyanınca
onun nasıl bu güç vaziyette bile derhal kuvvetli olacağını
ve kendisinin, bütün büyük yardımcılarına rağmen nasıl küçülüp
zayıf kalacağını düşünerek duruyor ve terliyordu.

Dışarıda ayak sesleri duyar gibi oldu ve her şeye rağmen
kararını verdi, birkaç adım ilerleyerek elini uykudakinin omuzuna
koydu.

Tam bu anda sokak kapısına yavaşça vuruldu. Hemen oraya
koşarak kapıyı açtı. Bunlar, ikisi sivil, ikisi resmi dört
polisti.

Sessizce içeri girdiler.

Genç adam, girenlere, yarı aralık duran oda kapısını gösterdikten
sonra, acele adımlarla, gürültü çıkarmadan merdivenlere
doğru yürüdü, koşarak yukarı çıktı.

10 Eylül 2007 Pazartesi

Radikal İki: Beyaz yaramazlık

[Ahmet Tulgar’ın 1 Eylül BirGün’deki yazısını paylaşmak istedim. “Bir tekelci holding kuruluşu olarak Radikal’in bununla hiç de bağdaşmayan muhalif eki Radikal İki’nin (ki bence BirGün’den daha az muhalif olsa da atla deve değildir) varlığı nasıl mümkündür?” sorunu hakkında açılımlar öneriyor.]


Radikal gazetesi ile Radikal İki arasındaki mesafe sadece zamansal bir mesafe değildir. Yani 6 günlük bir mesafe değil. Radikal gazetesinden fikri olarak da mesafe alan Radikal İki, bu fikri mesafe sayesinde bir imgeye dönüştürür kendisini.

Yazı kadrosunda istihdam ettiği, en azından tolere ettiği, hayır, hayır, evet istihdam ettiği faşist, milliyetçi, neoliberal isimlere ve işletme açısından çekincesiz kullandığı kâr maksimize edici yöntemlere rağmen hâlâ kendisini sol olarak algılatmayı başaran Radikal'den, ana gazete Radikal'den, onun tam da bu sol algılanışına rağmen mesafe alarak, "ana Radikal'den bile yani" kendisini ayrı bir yere koyarak işte, Radikal İki bir imgeye dönüşür artık, dönüşümünü sağlar. Radikal İki, pazar günleri bir imge olarak ortaya çıkar ve tüketim sürecinde de yeni imgeler koyar ortaya.

YAZARLARI DA OKURLARI DA İMGE
Radikal İki'nin yazarları da okurları da imgedir. Yazarları Radikal İki'de yazdıkları için, okurları Radikal İki'yi okudukları için. Radikal İki, durmaksızın ve dokunduğu her gerçeklikten bir imgesellik üretir.

Radikal İki yazarı, Radikal İki'nin yayın yönetmeninin tersine holding medyasının bir yerinde bulduğu bir yarıktan başını çıkarmış biri değildir. Tam tersine bu yarıktan holding medyasına girmesine izin ve onay verilmiştir ve tam da bu izin kağıdı, onay ilanı sayesinde sözel bir güç ve iktidar kazanmıştır.

Radikal İki yazarı cazibesine holding medyasının bile kapılacağı denli derin fikirli bir entelektüel olarak sunar kendini okurlara. Sunulur. O denli sempatik ve manyetiktir ki yazdıkları, holding medyası bile kapılarını kapatamaz ona, kapatamamıştır.

Oysa hiç de öyle değildir gerçeklik. Holding medyası, Radikal İki'yi muhalif kimliğe dokunma arzusundan, muhalif kimliğe olan merakından çatlamamak için finanse, hatta sübvanse eder. Teliflerini düzenli olarak bankadan çektikçe, çekinecek hiçbir şey olmadığını gördüğü bu adamların ve kadınların yaramaz ama zeki çocuklar olduğuna kanaat getirir nihayetinde de ve rahatlar.

Radikal İki yazarı bir ölçüm aletidir neoliberal medya düzeninde. Liberalizminde nereye kadar gidebileceğini onda ölçer medya kapitalisti. Önce meraktan dokunduğu Radikal İki yazarının boyunu poşunu ölçmeye başlar bir süre sonra.

Radikal İki yazarı, okur nezdinde uyumsuz değil uyumlu olması hasebiyle çekicidir. Holding medyasının bir kenarına, bir tarafına uyması hasebiyle. Radikal İki okuru, Radikal İki yazarını, onda emekçilerin ya da ezilenlerin değil burjuvazinin yansımasını gördüğü için cazip bulur.

Radikal İki, okurunu rahatsız ederek ya da kışkırtarak değil, rahatlatarak kazanır. Muhalifliğin de piyasada bir kullanım ve değişim değerinin olduğunu, ikbale çıkması olası bir yol olduğunu, bir pazar ve pazar günü muhalefetinin de mümkün olduğunu hatırlatarak hafifletir okurunu.

Bu hafiflemiş okur Radikal İki yazarı için bir idealdir. Radikal İki yazarı, ana Radikal ile Radikal İki arasında bulduğu, karışladığı mesafeyi Sol'un eylem alanı sanar. Okurunu da bu eylem alanının militanı.

Elbette, Radikal İki'nin bütün imgeselliğine rağmen, ana Radikal'den aldığı mesafe, ana Radikal ile arasındaki mesafe gerçek bir mesafedir. Ve dar bir yerdir. Radikal İki, muhalefeti bu dar alana hapsederek okuruna bir özgürlük duygusu tattırır. Devrimci muhalefetin agorafobisinden kurtarıp, teskin eder onu.

POLİTİKA DEĞİL STİL ÖNERMEK
Radikal İki yazarı, bir ömürdür devrimcilik yapan, sosyalizm mücadelesi veren, başka bir dünya için çalışan sapasağlam insanları emekliliğe davet ederken, kendisi kendi dar alanında çalışmadan emekliliğin sefasını sürer. Okurlarına da aynısını önerir.

Radikal İki yazarı dar alanda kısa paslaşmalarla sisteme gol atacağını iddia eder. Ve oyunda kalır. Oyuna gelir. Radikal İki yazarının siyaset önerileri dar kalır, dar gelir Türkiye Sosyalist Hareketi'ne ama. Zaten Radikal İki de siyasi bir yayın değildir. Öyle tasarlanmamıştır. Radikal İki politika değil, stil önermek üzere tasarlanmıştır. Bir muhalif stili. Muhalefet stili. Bölüntülenişi, sayfaları arasındaki, konuları arasındaki mesafe, sunar bu stili Radikal İki okuruna. Yazarları değil. Yazarları gelip gider, stili kalır. Radikal İki imzaların pek de önemli olmadığı bir "life-style" dergisidir. Zaten başarılı yayın yönetmeni de elden geldiğince kalıcı olmasını istemez yazarlarının.

Radikal İki'nin ön sayfalarına konan yazarları fazla böbürlenmesinler. Radikal İki'nin stili asıl arka sayfalara doğru belirir. Solculuğu, devrimciliği snobe etmek o kadar da kolay olmadığı için, arka sayfalarda kitle kültürü ve hatta popüler kültür; şarkıcılar, filmler snobe edilir. O sayfalardan siyaset sayfalarına da, yazılarına da yansıması beklenir kibrin. Snobizmin. Umulur. Radikal İki snob bir imgedir. Bir kibir imgesidir. Mizanpajı da bu imgeye uygundur. Beyazı boldur. Agorafobisini böyle gizler. Steril duruşunu böyle sergiler. Radikal İki, holding bahçesindeki beyaz yaramazlıktır. Beyaz yaramazlığı sterilize edilmiş muhaliflerin.

31 Ağustos 2007 Cuma

Özgür İnsanlar Ne Zaman Akşam Yemeği Yer?

Özgürlük, beraber yaşama ve demokrasi. Bunları hep birbirinden kopmaz şeyler olarak görüyorum. Bir ütopya tasarlama çalışmamda fark ettim ki en çok bu üç kavramı kullanıyorum.

Neden özgürlük? Çünkü, var olanı anlama, alternatifler sunma ve sonunda ideal olanın (ütopya) inşası çalışması sırasında ilk şarttır özgürlüğü anlamak. Kişilerin özgürlüğünü anlamadan var olanın neden bu şekilde varlığını sürdürebildiğini anlayamayız. Eğer bir ‘sistem’den söz edeceksek -ki tanımlamaya ve özelliklerini belirlemeye çalıştığımız her an sistem değişecek ve tam bir tasvirini yapmamızı olanaksız kılacaktır, ancak yine de anlık olarak kişilerin yaşam şekillerini sürdürdükleri bir şekil, bir kültür vardır ve bu kültür tüm topluma yayılmış olmakla ve sadece yatay değil dikey yapıları da barındırmakla sistem olarak adlandırılabilir- kişilerin neden bu sistem içinde olmayı kabullendiklerini ve rollerini oynadıklarını da anlamalıyız. Kişinin özgürlüklerini yine kişiye bağlayan döngüsel ve dolayısıyla saçma yöntemlerden uzak durarak, kişinin neden oldukları kişi olduklarını sorgulayarak bunu yapmalıyız.

Neden beraber yaşama? Her türlü tahakkümün reddedilmesinin zorunlu sonucu olan hiyerarşi barındırmayan bir ‘sistem’i ütopya olarak alırsak eğer, incelememiz gereken sıradaki olgu beraber yaşama olacaktır. Kişilerin baskıcı ve zorlayıcı yönetim demek olan devletin dışına çıkarılıp özgür oldukları bir ortama taşınmalarından sonra doğanın çetin şartlarıyla baş başa kalırız. Manderlay’de olan da bunun küçük çapta tezahürüdür. Yapacakları şeyler kendilerine bir ‘mam’ tarafından harfiyen söylenen köleler ile yapacakları şeyler kendilerine devlet ve bir devlet organı gibi çalışan aile tarafından kısmen söylenen vatandaşlar arasında bu açıdan bir fark yoktur. Başlarından ‘mam’leri alınmış kölelerin düştüğü durum, yaşamak için gereken şeyleri belirleyip düzenleme işinin bir anda üstlerine kalmasıdır büyük bir yaklaşıklıkla. Benim yapmak istediğim şeyse vatandaşların başlarından devleti almak olduğundan, bu sorunla, yani yaşama şekli sorunuyla yüzleşmemem mümkün olmazdı. İşte Manderlay, bu sorunumu -bence sanatın yüzlerinin önemlilerinden biri olan- yalınlaştırma ile gözlerimin önüne serdi ve göremediklerimi bana gösterdi. Bu yüzden büyük bir filmdir benim için. Manderlay övgüsünü bir kenara bırakırsak, beraber yaşama, insan tek başına yaşayamayacağından tartışmamıza dahildir, çünkü doğa şartları çetindir ve insanın ortak yaşama ihtiyacı vardır.

Neden demokrasi? Bir kez insanların beraber yaşamak zorunda olduklarını kabul ettik mi önümüze belki de işlerin en çetini çıkar: Toplumun niteliklerini belirlemek. Beraber yaşamak doğal olarak bir topluluğu meydana getirir. Ama toplum bundan farklı bir şeydir. Toplumu doğal olan ve varlığı beraber yaşamadan zorunlu olarak çıkan bir nesne olarak düşünürsek büyük yanılgı içine düşmüş oluruz. Çünkü toplum, bir denge noktasını ifade eder. Toplumu kabul ettiğimizde bireylerin ihtiyaçlarının büyük oranda karşılandığı, kısmen dengeli bir ilişkiler yumağı tasvir edebileceğimizi kabul etmiş oluruz. Bu aşamada en büyük zorluğu bireylerin ihtiyaçlarının karşılanması çıkarır. Eğer bir toplum tasvir etmek istiyorsak bu zorluğu teorik planda aşmamız gerekir. Kişinin herkes için çalışması, herkesin kişi için çalışması için zorunlu olduğundan, kişinin diğerleriyle ilişkisi tam bir özgürlük temelinde olamaz. Kişi, özgürlüğünden tavizler verip toplum olmanın gereklerini yapmak zorunda kalır. ‘Toplum’ ‘kişi’ler üzerinde bağlayıcı kararlar almak zorunda kalabilir. Örneğin Manderlay’de olduğu gibi, bir kum fırtınası, toplumun ektiği tohumların çoğunluğunu telef edebilir. Bu noktada kişilerin hayatta kalmak için özgürlüklerinden taviz vermeye hazır oldukları aşikardır. Bu noktada, günümüzde olduğu gibi bir devlet tahakkümü yok, aksine kişilerin hayatlarının nesnel olarak tehlikede olması ve kişilerin de bunun farkında olması vardır. Yapılacak şey açıktır, ne yapılacağına karar verilmelidir. Her türlü tahakkümü reddetmeyi temele aldığımdan, seçilmiş veya başka türlü başa gelmiş bir lideri kabul edemiyor ve demokrasiyi, yani kararın oylanmasını düşünmek zorunda kalıyorum. Demokrasinin bende oluşturduğu olumsuz çağrışımları, -günümüzdeki demokrasiyi temelde bir ikiyüzlülük olarak algılamamla ilgili olabilir- bir tarafa bırakmak ve onu da tartışmaya katmak zorunda kalıyorum. Von Trier ise demokrasiye de çok güvenmemek gerektiğini filmin devamında kafamıza vururcasına anlatıyor.

Türkiye’deki mevcut durumu anlamak, bu yalınlaştırılmış ortamdan daha zor mutlaka. Cumhuriyetin ilanından başlarsak düşünmeye -bir yerden başlamak lazım- Manderlay’den çok farklı olmayan bir yapı görüyoruz. Başlarından ‘mam’ değil de padişah alınmış bir halk ile başlıyor film. Başlarından padişahı alan kişi Mustafa Kemal, işin sadece bundan ibaret olmadığını görüyor ve halkın özgür olmasının yolunun özgür halkın oluşturulmasından geçtiğini anlıyor. Oluşturma çalışmalarınıysa az çok biliyoruz hepimiz. Peki, bu halk hala neden olmamış? Bugüne geldiğimizde durumu olmamış bir halk ve hala oldurmaya çalışan Mustafa Kemal ardılları gibi algılarsak bence gerçekliğin betimleyememiş oluruz.

Temel sorun, beraber yaşama aşamasında karşımıza çıkıyor kanımca. Doğanın çetin şartlarıyla -ki cumhuriyet Türkiye’sinde başka çetin şartlar da var- nasıl baş edileceği sorunu demokrasiyle çözülmeye çalışılmış. Ancak demokrasiye uygun bireyler ortada olmadığından bilgili, akıllı insanlar her derde derman oluyorlarmış. Bu akıllı insanlar, zamanla yönetimi halka bırakacaklardı, ama olmadı. Bence bunun iki temel sebebi var:

Birincisi, devrim fazlasıyla ideoloji yüklüydü. İnsanları özgürleştirmek adına ortaya çıkmıştı, ama arkasında dışına çıkılamayacak altı ilke ve onlarca özdeyiş bırakarak, özgürleştirme adına pek bir şey yapmamış oldu. Burada iki ihtimal var: Belki Mustafa Kemal ve devrim kadroları, dünyanın çetin şartları içinde gerçekten çok katı ve disiplinli olunmadığı müddetçe hayatta kalınamayacağını düşünüyordu. Gerçekten de bu ideolojinin ‘milletin bekası’ için zorunlu olduğuna inanıyor olabilirlerdi. Zaten bu inancın yansımalarını günümüz Kemalistlerinde fazlasıyla görüyoruz. İkinci ihtimalse, Mustafa Kemal, aslında demokrasiyi temele almıştı, devrime sonradan ideoloji yüklendi. Bence iki ihtimal de kısmen doğru. Yani, devrim hem fazla ideolojik, hem de daha da ideolojikleştirilmiş. Kemalist kadrolar, kendi hegemonyalarını sürdürebilmek için -ki demokrasi buna izin vermez- devrimin demokratik içeriğini azaltıp milliyetçi, laik, pozitivist içeriğini artırdılar. Bu değerler ‘milletin bekası’ için elzem olduğundan ve aynı zamanda en iyi Kemalistler tarafından savunulduklarından, iktidarları doğal olarak güçlenmiş oldu. Ayrıca, kadroların iktidarı bırakmak istemeyişi, temel amaç olan, halkın ‘oluşturulması’nın da önüne geçmiş oldu. Bilim ve aydınlanma halka yayılacağına, oligarşinin bırakmak istemediği, sürekli olarak koruyup kolladığı, halktan kopuk değerler olarak kaldı. (Kemalistler, bilimi sürekli koruduklarından geliştirmeye fırsat bulamadılar, onu halkla bile paylaşmaya korktukları için kimse geliştiremedi.) Kendilerini ideolojiyle tanımlayan iktidar kadroları, özgürleşmenin ideoloji dışı düşünmek olduğunu bildiklerinden, özgürleştirme işini askıya alıp geçici olması gereken yönetimlerini sonsuza dek uzattılar. Böylece, özgürleştirici olması gereken devrim, yeni bir tahakküm alanı açmış, özgürleşmeye de zerre katkı sağlamamış oldu. Bu yeni tahakküm alanı, akıllıların akılsızları idaresiydi.

İkinci temel sebepse bence mevcut durumla kendiliğinden oluştu. Bu da bir nevi Stockholm sendromu şeklinde yorumlayabileceğimiz halkın özgürleşmek istemeyişi olabilir. Manderlay’de, köleler, kendilerini özgürleştirmek isteyen Grace’i bırakmamış ve başlarına lider ve efendi olmasını istemişlerdi. Benzer durum Türkiye’de de geçerli oldu. Bir türlü aydınlanamayan halk, kendinden de umudu kesti ve akıllıların tahakkümüne razı oldu. Yoksa devrim kadrolarının 84 yıl başlarında kalması nasıl mümkün olabilirdi? Buradaki diyalektik ilişkiyi görmeyip, olayı sadece halkın demokrasiye hazır olmayışı veya sadece devrim kadrolarının iktidarı bırakmayışı olarak yorumlamak yanlış olur. Karşılıklı etkileşim içinde, ne halk tamamen özgürleşmiş, ne de Kemalistler halkın önünü açmış. Zaman içinde özelde CHP kadrolarının yozluğu ve çözüm üretmeyişi karşısında karşıtları üretilse de (DP, AP, DYP, AKP), hala ‘Atatürk’ün partisi’ne oy veren milyonlar ve Kemalistlerin bu kadar güçlü olması, teorimizi destekler nitelikte diye düşünüyorum. Bu çözümsüzlüğün içinde, hala umut varsa, kısa vadede yapılabilecek şey ise Kemalizm’in bu topraklardan sistemli tasfiyesinden başka bir şey değildir. (Bu son cümle gereksizdi denilebilir, ama vatan haini olmanın tadı bambaşka.)

“Wilhelm: I'm afraid of what will happen now. I feel we ain't ready - for a completely new way of life. At Manderlay we slaves took supper at seven. When do people take supper when they're free? We don't know these things.

Grace: Free people take supper whenever they want to.”

Acaba öyle mi gerçekten?

30 Ağustos 2007 Perşembe

Özgürlük ve Kölelik

Uzun gecenin bir yerinde özgürlüğün felsefesi adlı animasyonu (http://www.isil.org/resources/introduction.swf) izlemiştim. Liberal düşüncenin insan tasvirini ve özgürlükten ne anladığını gözler önüne seren bir animasyondu. Özgürlüğü tanımlamaya ‘sahip olmak’tan başlıyor. Kişi önce kendi canlılığına sahipmiş. Kendi canımız üzerinde tasarruf hakkı sadece bizdeymiş. Bunun olmamasına cinayet denirmiş. Sonra da eylemlerimize sahip olurmuşuz. Ne zaman ne yapacağımızı belirleme hakkı sadece bizdeymiş. Bunun olmadığı yer ise kölelikmiş. Son olarak da eşyalarımıza sahipmişiz. Bunun ihlali de hırsızlıkmış. Evet, ne güzel geliyor kulağa. Canımız, eylemlerimiz ve mallarımız var. Kimse karışmıyor bunlara. Her şeye biz kendimiz karar veriyoruz. Harika!

Peki biz kimiz? Tabi ki bunu sormaya bile yanaşmıyor kimse. Bizi ‘biz’ yapan şey nedir? Bunu animasyonu yapan elemana sorsak herhalde “Kim olduğuna da sen karar verebilirsin.” gibi abuk bir şey söylerdi. “Ne yapacağıma ben karar veririm”den ötesi olmayan, insanlara ‘ben’i sorgulatmayan bir düşüncedir bu animasyonun temsil ettiği. Bana göreyse özgürlük ‘ben’i sorgulamakla başlar. Bunu yapmadığımız sürece, bize sunulan gerçekliği doğrudan kabul etmiş ve rolümüzü makine gibi oynamış oluruz. Hatta, özgürlüğün ‘sahip olmak’tan ibaret olduğu dogması, insanların şeylere sahip robotlar olması durumunu destekler. Çünkü, onlara bir özgürlük tanımı sunarak ötesini arama ihtimallerini de azaltır. Özgürlüğü bu sanan kişi için gerçekliğin sorgulanması mümkün değildir ki. O, “Ben istediğimi yaparım.”, “Mesleğimi, yaşam tarzımı ben seçtim.”, “İstemesem yapmazdım.” ve benzerlerinden binlercesini hayal edebileceğimiz cümlelerle özgür olduğuna kendini inandırmıştır. Bilimkurgu yazarı Ursula LeGuin, özgürleşmenin gerçekliğinin sorgulanması yapılmadan mümkün olmadığını söyler. Bilimkurgunun da gerçekliğin sorgulanmasını sağlayan önemli bir araç olduğunu vurgular. Bunun için de hayal gücü ve yaratıcı kavrayış gerekir. Hayal gücüyle sorgulanan gerçeklik, düşünülen alternatifler, işte o zaman ‘seçim’ devreye girer. Peki, bizim o güzel ‘sahip olma’ üçlemesinde hayal gücü nerede? Burada yüzde52’nin bir sloganını burada belirtmeden geçemeyeceğim: “Hayal gücü eyleme!”

Genelde bu ve benzeri düşünceler içinde olduğum sırada saat üçü vurdu Manderlay’i izlemeye başladım. Bugüne dek bir filmini izlediğim Lars von Trier’in normal bir insan olmadığını biliyordum ama şimdiye dek izlediğim filmler içinde en çok etkilendiğim filmin bir von Trier filmi olacağını da tahmin etmiyordum. Filmde ABD’de bir çiftlikteki kölelerin ‘özgürleşmesi’ anlatılıyor. Amerika’nın liberal ideallerini benimsemiş zengin ve güçlü bir kadın (Grace), köleliğin kalkmasının üzerinden 70 yıl geçmiş olmasına rağmen hala köle olan Manderlay çiftliği zencilerini kurtarır. Onlara “özgürsünüz” der ve görevini yapmış olmanın gururunu yaşar. Eski sahiplerinin zencilerle sözleşme imzalayıp bu sefer köle değil de ‘işçi’ olarak onları kullanmak istemesi ve sözleşme şartlarının kölelikten farksız olması nedeniyle görevini bitirememiş olduğunu anlar. Özgürleşme ve özgürleştirmenin bu kadar basit olmadığını da. Bir plan yapar ve bir grup gangsterle beraber çiftlikte bir süre kalmaya karar verir. Bu süre içinde yarı zorla da olsa zencilere özgür olmayı ve gerçek bir ABD vatandaşı olmayı öğretecektir. Devamında özgürlüğü, kişiliği, beraber yaşamayı, toplumu, kısaca insanla ilgili birçok şeyi baştan inşa ediyor von Trier. Bundan sonrası hem spoiler’a gireceği hem de saatin altı buçuk olması nedeniyle film hakkında yorumumu burada kesiyorum. Ama devam edeceğim kesinlikle.

29 Ağustos 2007 Çarşamba

Konfomizm nedir?

Konformizm Türkçe’ye uymacılık olarak çevrilebilir. Kişinin kendi inanç ve isteklerini var olan iktidara ve toplumsal normlara uymak için askıya alması, kendini ortama uydurması olarak tanımlanabilir.

İlk duyduğunuzda konformizm rahatına düşkünlüğü çağrıştırsa da, ‘konfor’dan sonra gelen ‘m’ size kelimenin o anlama gelmiyor olabileceğini anlatır. Aradan geçen yıllar boyunca, içinizdeki “acaba?” tereddüdü hiç gitmez, ama siz yine de onu kullanmaya devam edersiniz. Bir gün sözlüğe bakıp tanımla karşılaşınca şaşırmayla karışık bir öfke kaplar bünyenizi. Hayır, burada bir yanlışlık vardır. Bu kelime rahatına düşkünlük anlamına gelmelidir. İşte orada felsefeyi inşa etmeye başlarsınız.

Konformizm felsefesi, rahatına düşkünlük felsefesidir. Rahatına düşkünlüğün tüm gerekleri övülmeli, toplumsal alanda kabul görmelidir. Peki, neden bu anlama gelmeyen konformizm, bu akımın adı olarak seçilmiştir? İşte burada mükemmel bir tutarlılık vardır. Rahatına düşkün kişi, sözcüklerin ilk duyulduklarında çağrıştırdığı anlama gelmesini savunur. Çünkü, rahatına düşkün adam, sözlüğe bakmaz. Kelimeyi zannettiği gibi hunharca kullanır. Bu noktada, konformizmin anlamının rahatına düşkünlük olması, rahatına düşkün adamın isteklerinden biri olduğundan, o anlamda kullanılması, rahatına düşkün için bir ilerlemedir. Zaten, dünyanın %95’i, kelimeyi bu anlamda zannetmektedir. E o zaman “uymacılık” anlamına ne gerek vardır? Böylece, konformizm adı felsefeye tamamen uymakta, aynı zamanda tüm felsefeyi tek sözcükte anlatmaktadır. Ben, bu tarihe kadar felsefeyle isminin bu kadar uyduğu başka bir durumla karşılaşmadım.

Konformizmin sözcük anlamının “rahatına düşkünlük” şeklinde değiştirilmesi, konformistlerin birincil amacıdır. Çünkü, böylece rahatına düşkünlük, toplumsal meşruiyet kazanacak, haklı taleplerimizi dile getirmemiz kolaylaşacaktır. Bizim için kinizm, kindarlık, şovenizm de gösterişçiliktir, öyle olmalıdır. Bu tip simgesel hedeflerimize ulaştığımızdaysa asıl taleplerimiz başlayacaktır. Tabi, bunları yaptıktan sonra “aman hacı boşver” deme ihtimalimiz de vardır. İşte konformist akımın temel handikapı budur. Bu handikapı nasıl aşacağımız için henüz düşünmedim, üşeniyorum.